2011/07: mimari zaruri umumi / haber dosyası / arkitera
Ağustos 1, 2011 § Yorum bırakın
Feneryolu Sabit Pazar için Tuvalet (Kadıköy, İstanbul)
Mimar: Boğaçhan Dündaralp
“Yapı, iki caddeyi birbirine bağlayan feneryolu sabit pazarının, feneryolu caddesi cephesini oluşturur. Bu bağlamda yalnız pazaryeri için bir ‘giriş’ değildir. Pazaryerini parka ve bağdat caddesine bağlayan aksın bir ucunu tanımlar. Yapının oluşturucu öğeleri, referanslarını bu bağlamdan alır. Pazarın bağdat caddesi girişinde yapılan park düzenlemesi pazaryeri için yeni bir giriş bağlamı yaratmıştır. Feneryolu caddesi giriş bölgesinde yapılan bu wc yapısında, bu düzenleme ile bir bağ kurulması ve yeniden kurgulanması proje tasarımının çıkış noktasıdır. Tasarım, pazaryeri için değişen bağlamın izlerinin taşınarak, yapısal olarak yeniden kurulması üzerine odaklanmıştır. Projeyi oluşturan yapısal öğeler, park düzenlemesinin ve pazaryerinin belirleyici malzemelerinin klonlanarak projede yeniden birleştirilmesi yoluyla bağlamla ilşkilendirilmesinde kurucu bir rol üstlenmişlerdir.” – proje dosyasından
“Sabit pazar yenilendiği için tuvalet şu an yıkılmış durumda. Fakat proje metninden yola çıkarak özetleyecek olursak: Yapı iki caddenin birbirine bağlandığı Feneryolu sabit pazarında yer alıyor. Pazarın girişinde yer alan bu tuvalet, pazarın çevresiyle olan ilişkisinın yanı sıra Bağdat Caddesi ile pazarın yer aldığı park arasındaki bağlantıyı da kuvvetlendiriyor.
Projede kullanılan malzemeler ise sabit pazar ile bütünlük oluşturacak şekilde seçilmiş. Cephede yer alan metal parmaklıklar gün ışığının ve temiz havanın içeriye girmesine olanak tanıyor.” – arkitera.com
_ proje dosyasını .pdf formatında görmek için tıklayınız.
_ yapı elemanları şemaları ve detaylı bilgi için tıklayınız.
+
_ “mimari zaruri umumi” haber dosyası için tıklayınız/arkitera.com
This work is licensed under a Creative Commons Alıntı-Türetilemez 3.0 Unported License.
2011: emerging architectural practices in the informal city / dila gökalp / tez-röportaj
Ağustos 1, 2011 § 1 Yorum
Emerging Architectural Practices in the Informal City, Case Study of Istanbul
Dila Gökalp
Boğaçhan Dündaralp yanıtlar:
- Güncel mimarlık kavramları ve pratikleri içinde mimari yaklaşımınızı nerede konumlandırıyorsunuz? Ofisinizin işleri göz önüne alındığında nasıl bir üretim modeline sahip olduğunuzu düşünüyorsunuz?
Mimar olarak konumlanma halimin belirleyicisi genelde; “üretim bağlamını belirleyen tüm ilişkiler içinde ‘mimar’ olarak nerede ve nasıl konumlanmalıyım ?” sorusu olduğu için, dışarıdan bakıldığında çoğu kez üretim modelleri üzerinden kavranması zor bir pozisyona sahip olabilirim.
Konvansiyonel proje üreten stereotipik mimar profilinin üretim sınırlarının; karşı karşıya kaldığımız durumların çeşitliliği ve bu durumların özgün koşullarının açığa çıkartılması sonrasında “mesleki hizmet alanı”nı genişlettiğini düşünüyorum. Dolayısı ile sadece mimarlık alanı ile sınırlı kalmayan, farklı zaman dilimlerine ait geniş bir kavram-pratik ilişkisini tarayan alandan beslenip, düşünmek, tartışmak zorunda kalacağınız bir pozisyona doğru çekiliyorsunuz.
Bu anlamda üretimlerimiz de yapılagelen, denenmiş, sınanmış risk almayan, sonuçları daha öngörülebilir mimarlık üretimlerine göre daha çok tartışmaya kendini açan, sınanmaya, denenmeye açık, sonuçlarının yaşandıkça, tartışıldıkça görüneceği “mimarlıklar” olarak tarif edilebilir.
- Bugün içinde bulunduğumuz, çeşitli aktörlerin elinde şekillenen kent bağlamında mimarlık üretimi nasıl yapılmaktadır?
Özellikle İstanbul gibi dinamik yapılardaki çok kültürlü, hele son dönemlerdeki neoliberal politakaların katalizörlüğünde devinen kent bağlamı; mimarların henüz kendilerine atfedilen indirgenmiş mesleki rolleri dışında yeni roller üretebilme potansiyeli üreten alanlar açmış gibi görünüyor. Fakat bu alanlardan gözlemlediğimiz üretimler; İstanbul üzerinden konuşursak, yok denecek az biçimde zaman zaman ‘olay’ bazında beliren sürekliliği olmayan girişimler olarak gözlemleniyor. Bunun nedenini hem ölçek olarak çok değişken hem de birikitirilmiş bilgi ya da düzenlenmiş veriler olmadan çok hızlı dönüşen kentsel durumların; ‘mimarlar’ı verili olan duruma mahkum, onu pek de yorumlama imkanı olmadan, albenisi yüksek binalar üreten ne kadarının gerçekten mimarlık üretimi olduğu tartışılır, ‘tasarım’cı alanına sıkıştırdığını ‘pratik’ dünyaya bakarak söyleyebiliriz. Bugüne kadar içinde yer aldığımız mimarlık ortamı zaten bu “rol”ü çok sorgulama gereği de duymadı. Ancak mimarlık üretiminin bugün karşılaştığı durumlar düşünülünce; ‘yeni’ durumlara, ‘eski-bildik’ yanıtların üretilmesi ile sonuçlanan hızlı bina üretimine bakarak hem bu’ rol’ü hem de ‘yapı üretim süreçlerini’ neden yeniden sorgulamamız gerektiği daha açık görünüyor.
- Çağdaş mimari akımları da düşününce mimari söylem ve üretim pratikleri ne noktaya gelmiştir?
Mimarlık bilgi alanının ‘özerk’ bir doğasının olmaması, onun maruz kaldığı her tür alanın bilgisini kendi içinden yeniden tanımlama çabası içermesi, üretim ilişkileri ile iç içe olma zorunluluğu, bugünün enformasyon dünyasında farklı zaman kesitleri ile birlikte eş zamanlı pek çok konuyu kendi gündeminde çoğaltmış görünüyor. Bu ‘çoğaltma’, bir ‘çokluk’ sürekli bir dolaşım ağı içinde, az önce bahsettiğim nedenler ile yeni paradigmalar, taze bakışlar, ‘alternatif ’lerini arar nitelikte görünüyor…
- Günümüzün küreselleşen kent İstanbul’ un hangi koşullarda ve nasıl bir kapsama sahip mimarlığa ihtiyaç duyduğunu düşünüyorsunuz? Sizce mimarlar gelecekte nasıl bir konuma sahip olacak?
Bir taraftan üretimini özgün ‘Bağlam’ların koşulları üzerinden düşünen diğer taraftan da kentteki oluş hallerinin farklı ölçeklerdeki davranış biçimlerini biribirleriyle ilişkilerini anlamaya çalışan biri olarak; idealize edilebilecek bir ‘model’ ya da ‘yaklaşım’ın olamayacağını düşünüyorum. Öngörülebilir olamayacağı gibi sağlıklı da görmüyorum… Ancak kendi adıma söyleyebilirim ki: Bu ortamda mimarlığı; çoğalma ve çoğaltmanın sağladığı imkanlarla, ona katkıda bulunacak, öngörülerle sınırlı potansiyellerin ya da arzu uyandıracak, baştan çıkaracak tasarımların peşine düşmek, deterministik olmak yerine öngörülemez ‘istisnaların’ üreyebileceği, sınanabileceği, tetikleyici imalar içeren ortamlar; mimarı da bu ortamların katalizörü olarak görmek beni oldukça heyecanlandırıyor…
- Kentin gündelik yaşam ve üretim pratikleriyle mimarın ve mimari üretimin karşılıklı ilişkisi hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce bu iki realitenin kesiştiği alanlar var mıdır?
Biz ne kadar üretimlerimizin bu iki realitenin kesişiminden beslendiğini, ürediğini iddia edelim; bu ikisinin birbirinden bağımsız ‘oluş’lar, ‘süreç’ler olduğunu kabul etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Bu ikisinin birbirine dönük niyetleri olduğundan bahsedebiliriz; ancak bu niyetlerin kesişimi çıplak gözle görünür bir durum olmasının ötesinde zaman içinde açığa çıkan, duyumsanan, deneyimlenen şeyler…
- İstanbul’un enformel dinamiklere sahip olması bir mimar veya tasarımcı açısından nasıl bir üretim ortamı yaratmaktadır?
Kent ilişki-ilişkilenme formları üreten bir yapı. Son dönemde kentin bu yapısı biz mimarlar için yeni bir öğrenme modeli sunduğuna inanıyorum. Benim öğrencilik yıllarında aldığım modernist eğitimin deterministik ‘program’ anlayışının kent mekanında işlemediğini görmek, kentlinin kendiliğindenlik içinde farklı kullnım biçimlerini gözlemlemek, bizim ‘program’ dediğimiz şeyi sorgulamamıza imkan veriyor. Bu anlamda kent mekanı, makro ölçekte anlama çabalarından öte, ‘deneme’ ye çağıran, yeni ilişki biçimlerini açığa çıkaracak pek çok imkanı deney alanı, mikro ölçekteki hareketlerin kenti nasıl dönüştürebildiğini gösteren bir ortam sunuyor.
- Dünyada ofis modeli, söylemi veya ürettiği projeler bağlamında takip ettiğiniz gruplar hangileridir?
Ofis modeli olarak İşleyiş ve çalışma anlamında pek takip ettiğim bir ofis olmamakla birlikte, Atelier Bow-wow, Alejandro Aravena, Teddy Cruz, Urban Think Thank Architecture, Eyal Weizman, Mapoffice, Stealth Architecture, Stalker, Kazuyo Sejima, Ryue Nishizawa gibi isimlerin üretimlerini ilgiyle izliyorum…
_ röportaj metnini .pdf formatında görmek için tıklayınız.
_ tez özetini .pdf formatında görmek için tıklayınız.
2011/03: bostana alternatif proje girişimi
Ağustos 1, 2011 § Yorum bırakın
2011/07: bostana alternatif proje girişimi / haber – hürriyet gazetesi
Ağustos 1, 2011 § Yorum bırakın
Sizi tanıyabilir miyiz?
Hayat pergelinin sabit ucunu Kuzguncuk’a saplamış; Kuzguncuk’ta yaşayan ve çalışan bir mimarım*.
Kuzguncuk Bostanı’nın semt için taşıdığı önem nedir?
Kuzguncuk; İstanbul’ un yoğun yapılaşma, sürekli ve hızlı dönüşüm trafiğinden ya da son dönemlerdeki kentsel dönüşüm adı altında yapılan tepeden inme ‘gentrification’ ya da soylulaştırma’, ‘yerinden etme’, ‘değer arttırma’ gibi kentsel operasyonlardan kendini koruyabilmiş, ‘yavaş’ dönüşüm yaşayan, otantik varoluşunu, dokusunu, karakterini koruyarak gelişen, İstanbul’ da kalan belki de tek Boğaz köyü. Bostan ise bu kentsel doku içinde kalan, son yeşil boşluk olarak hem yerel yönetimler, hem de ekonomik iktidarların İstanbul’un hızlı kentsel dönüşümünün Kuzguncuk’ taki anahtarı olarak her 10 yılda bir gündeme taşıdığı; simgesel değeri kullanım değerinin ötesine geçmiş bir yer.
Bostan, önemli bir yeşil bir alan, biraraya gelme, dinlenme ve paylaşım alanı olmasının ötesinde; Kuzguncuk’luları ortak bir değer için bir araya getirebilen, sosyal segregasyonu, farklı fikirleri, çatışmaları ortadan kaldıran, farklı dünyalardan insanları bir araya getirebilen, sosyal paylaşımı açığa çıkartan önemli bir değer…
Kuzguncuk Bostanı bugün ne tür bir tehditle karşı karşıya?
Kuzguncuk bir taraftan İstanbul gibi hızlı dönüşümün yaşandığı bir kentte kendi kimliğini koruyarak ağır evrimleşebilme dinamiklerini üretebilmiş; bir taraftan da kentleşme ile kaybedilen pek çok olgunun hala varolabildiği bir yaşam alanını temsil ediyor. Aynı zamanda göç alan da bir semt. Ancak bu göç; gün geçtikçe artmasına rağmen hızlı bir dönüşümle değil; müzakere, karşılaşma, kabullenme, karşılıklı birbirinin varlığını kabul ederek ilerleyen bir süreçle gerçekleşiyor. Bu nedenle neo-liberal ekonomilerle üretilen hızlı kentsel dönüşümlerde olduğu gibi alt-ekonomiyi, ekonomik dengesizlikleri, komşuluk ilişkilerini ortadan kaldıran, bölgeler arası ekonomik göstergeleri uçlara taşıyan ayrışmalar burada gözlemlenmiyor. Bostan’ın karşı karşıya kaldığı tehdit temelde bu karaktere yönelik. Bu tehdit; varolan dengeleri altüst edecek, örneklerini Sulukule, Tarlabaşı, Fener-Balat gibi kentsel müdahalelerde olduğu gibi tepeden inme karar ve anlayışları temsil eden, hızlı sonuç elde etme yaklaşımlarının ta kendisi…
BostanA Alternatif Proje Girişimi’nden ve amacından bahseder misiniz? (Projeyi kimler başlattı, kimler sürdürüyor, kimler destekliyor? Bu girişiminde nasıl bir rol üstleniyorsunuz, açıklayınız lütfen)
BostanA Alternatif Projesi Kuzguncuk’ta benim gibi yaşayan ve çalışan mimar arkadaşlarım: Tülay Atabey Onat, aynı zamanda eşim ve ortağım Berna Ocak Dündaralp ve Lale Ceylan ile hazırlamaya başladığımız, Kuzguncuklularla birlikte geliştirmeye çalıştığımız bir proje…
Proje; tepeden inme karar mekanizmalarının ürettiği sözde ‘eğitim’ kılıfına sokulmuş, alanın fiziksel varlığını ‘tehdit eden’, ‘yok eden’, ‘değerlerini ortadan kaldıran’ iktidar alanlarını temsil eden, bina formatı dışında olanakların da mevcut olabileceğini göstermeyi amaçlıyor. Bu alanın ‘kentsel değeri’ne başka bir bakış, farklı bir paradigma öneriyor. Geçmiş 10 yıllardaki direnişlerden, 2011’deki direniş içinde bu proje bir farklılık yaratacaksa; naif kalarak ‘yeşilimize dokunmayın’ demek yerine, bugünün kentsel dinamiklerini kavrayarak mevcut değerini kaybetmeden, kendi üretim, sosyal ve ekonomik modellerini de içerecek biçimde bu alana ilişkin yaklaşımların ‘tek bir model’ üzerinden kurulamayacağını tartışmaya açıyor. Konuyu yeni bir müzakere alanına taşımayı amaçlıyor.
Girişim, bu yeşil alanın geleceği için nasıl bir proje ortaya koyuyor?
Bizler önce kendimizden başlayarak, bilinen mimar kimliğimizi bir yana bırakarak, “Mimarlıkta kulladığımız araçları bu alanın kollektif, katılımcı gelişimi için yeniden nasıl kullanabiliriz ?” sorusunu sorduk. Sosyal bir aktör olarak mimar varlığımızı önce medyum olarak tarifledik ve şu ana kadar Bostan’nın yaşama ve kullanılma biçimlerini görünür kılmaya çalıştık. Sonra da katalizör olarak hem Bostan’ın hem de elimizdeki imkanların potansiyellerini araştırarak, var olanın değerlerini kaybetmeden, binalaşmadan, gerekirse geçici, sökülüp-takılabilir hafif yapılarla bu kullanımları nasıl çoğaltılabilir, zenginleştirebilirizin peşine düştük. Bu kullanımlar matrisi sadece olası başka fikir ve önerilerin birer örneklemesi… Dolayısı ile ucu gelişmeye açık bir çalışma modeli. Bu model kamusal kullanımlar dışındaki aktivetelerin varolabilmesi, kendine bakabilmesi ve gelişebilmesi için bir ekonomik modeli de içermek durumunda.
‘Mülkiyet hakkı’ ndan çok ‘kullanım hakkı’ na odaklanan bu çalışma; bu anlamda sadece olageleni ve zenginleşme potansiyellerini görünür kılmak için bir araç. Eğitimin, paylaşımın, üretimin binalar olmadan da varolabileceğini gösteren, asıl kaynakların paylaşıma açık gönüllü insanlar ve herkese ait bir ortak bir paylaşım alanı olduğunu hatırlatmaya çalışan bir aracı…
Şu anda yaptığınız çalışmaları anlatır mısınız, sizlere destek olmak isteyenlere mesajınız nedir?
Bostan, sadece kendi imkanları ile değil, çevresi ile de beslenen, yaşayan ve her defasında bize yeni potansiyeller vaad eden bir ‘yer’. Bu nedenle çalışma hem katılımlar ve fikirler ile geliştirilmeye çalışılmakta, hem de hayata geçebilmesi için mümkün koşullarını aramakta ve çok aktörlü gönüllü girişimlerle devam etmektedir. Hem geliştirilmesinde ve hayata geçebilmesinde her türlü gönüllü katkıyı bekliyoruz. Bizce buradaki girişimin sonuçları sadece Kuzguncuk’luları ilgilendirmiyor; aksine İstanbul ve dünya ölçeğinde yürütülen, sürdürülebilir olmayan, tepeden inme ve ekonomiyi denklemlere indirgemiş neoliberal kentsel politikalara karşı yürütülen modellerden biri olarak da önem kazanıyor…
*Boğaçhan Dündaralp, mimar/ BostanaA alternatif Proje Girişimi
_ haberi online okumak için tıklayınız.
_ yapi.com.tr haberi için tıklayınız.
2011/07: 2010 XII. ulusal mimarlık ödülleri ve sergisi / müge cengizkan
Ağustos 1, 2011 § Yorum bırakın
2011/06: 1. istanbul yaz sergisi
Ağustos 1, 2011 § 1 Yorum
_ etkinlik anasayfasına gitmek için tıklayınız.
This work is licensed under a Creative Commons Alıntı-Türetilemez 3.0 Unported License.
2011/06: bakanak / antalya uluslararası mimarlık bienali / yerleştirme
Ağustos 1, 2011 § Yorum bırakın
Şu anda Bakanak içinde yer alıyorsunuz;
Bulunduğunuz nokta; farklı çağ ve medeniyetlerin biriktirdiği yapısal mirasın birbirleriyle bağlarının sizin gözleriniz aracılığı ile yeniden inşa edilebileği bir nokta:
M.S. 130 yılında Roma İmparatoru Hadrian’nın Antalya’ya ziyareti sebebi ile inşa edilmiş Hadrian Kapısı (Üç Kapılar); kapının iki tarafında, kapı ile aynı zamanda yapılmadığı bilinen, güneydeki Julia Sancta Kulesi olarak anılan, kuzeydekinin ise alt kısımları Antik Çağ’a ait, üst kısmının Selçuklular zamanından kaldığı bilinen, süslemesiz blok taşlardan yapılmış iki kule; kapının ardında da Helen Devri temelleri üzerine inşa edilmiş, Roma, Selçuklu, Osmanlı yaşantısının birbiri üzerine katlanarak XIX. yüzyılın sonlarına kadar gelişmiş eski Antalya… Bir diğer tarafta da yıkılmış Karakaş Camisi’nin çeşitli tarihi dönemleri simgeleyen değerlerle, yakın dönemin yapıları arasında mimari ve kentsel tasarım boyutlarında uygun bir bütünlüğünün sağlanması amacıyla 1991-2002’ ler arasında titizlikle yeniden inşa edilmiş hali…
Bakanak ise tüm bu katmanların aksında ve kesişiminde yer alan, 3 km çapında bir alanda izlerini sürebileceğiniz bu tarihsel katmanların birbirileri ile bağlarını keşfetmenizi ve ilişki kurmanızı sağlayacak bir araç:
… 1800 yılda ayağınızın altında birikmiş 2.5 m’lik toprak dolgunun olmadığını, İmparatorun arabası ile kente girişini hayal edebilir; farklı dönemlerde muntazam kesilmiş taşlarla yapılmış kapı ve kalenin taşları ile karşısındaki caminin ona tezat oluşturacak kadar farklı, onunla yarışma içine girmeden, mütevazi ve tasarruf içinde olma haline bakıp, farklı ‘zaman ve kültür’ anlayışlarını düşünebilir; ‘taş’ dediğimiz aynı malzemenin birinin şavaş ve güç ölçeğinde diğerinin insan ve dini anlayış ölçeğinde nasıl form bulduğunu anlamaya çalışabilirsiniz… Yeni bir cami olmasına karşın neden her yerde görmeye alıştığımız tarihselciliği bir kılıf gibi kullanan o Sinan kopyası betonarme camilere benzemediğini, neden caminin kubbesinin bakırla kaplanmak yerine, geleneksel kiremit ile kaplandığını, kubbenin tepesinde niye havalandırma-ışık çatı feneri olduğunu sorabilir, bunların bilgisine hemen oracıkta yanıt bulabilir, hangi iklim ve kültürde yapı yaptığını unutan bugünün imar anlayışına, kötü yapılı çevreye bilinçli bir eleştiride bulunabilirsiniz. Gözleriniz başka gözlerin göremediği kim bilir daha neler keşfedecek?
“Yeni manzaralar keşfetmek yerine yeni gözler geliştirmeliyiz.” Marcel Proust
Boğaçhan Dündaralp, mimar
_ proje hakkında detaylı bilgi için tıklayınız.
– IABA Brosur pdf’i için tıklayınız
-projeyi IABA sayfasında görmek için tıklayınız.
_ etkinlik duyurusu için tıklayınız/arkitera.com
_ etkinlik anasayfasına gitmek için tıklayınız.
This work is licensed under a Creative Commons Attribution-NonCommercial-NoDerivs 3.0 Unported License.
2011/06: XXI 100. sayı / yüz yüze
Ağustos 1, 2011 § Yorum bırakın
Esenboğa Havaalanı; ESSA /Ercan Çoban, Suzan Esirgen, Süleyman Bayrak, Ahmet Yertutan
Esenboğa havalimanı ile ilk karşılaşmamda beni boşluğu, ölçeği ve ıssızlığı ile deneyimlediğim pekçok havalimanından farklı bir algı içinde bırakmıştı. Yolcu hazırlık alanları ile apron bölgesini keskin biçimde ayıran ‘boşluğu’ ile bir havalimanı tipolojisinden çok alışveriş merkezi tipolojisinin havalimanına uyarlanmış hali gibi algılamıştım. Hareket üzerine odaklı bir yapı tipolojisinin, birikme ve görme odaklı tipolojiyle yanıtlanması ilginç sonuçlar doğurduğunu düşünmüştüm. Sonraki deneyimlerimle birlikte; hareket halindeyken yapı içindeki yaşantıdan çok, binanın kendisini ve materyalize ıssız yüzeylerini görmek, insanın birikmeden hızla yapıdan uzaklaşabilme durumu, seçilen malzemeler ile kurulan yabancılaşma ve büyük galeri boşlukları içinde insanın ölçeğinin kaybolması gibi gözlemlerim; bu yapıyı neden kendini gösteren, şık ama diğer taraftan da ıssız ve boş bir yapı olarak algıladığımı farkettirdi.
The Seed; NSMH/ Nevzat Sayın
‘The Seed’ , görünmemek, kamufle olmanın kavramlaştırıldığı; yalının bahçesine kendini gömerek, görünen yüzeylerini bahçe duvarı kimliğini sürdürmeyi tasarımının odağına almış bir yapı. Bu yapı duru ve rasyonel tasarım düşüncelerinin kayıtlarını yapısallaştırarak, yapılarında izlenebilir kılmayı başaran, yaklaşımını ‘az’ la ifade edebilen bir mimar olan Nevzat Sayın’nın elinde nasıl biçimlendiği benim için önemli bir soru olmuştu. Yapıyı deneyimlediğimde bahçe-yapı-tohum ( yumurta formundaki salon) arasındaki ilişkinin sorunlu yanlarını görünce kendime önemli bir ders çıkardığımı söyleyebilirim. Bahçedeki ağaçlar arasında konumlanırken planemetrik düzlemdeki elips’in bir tohum metaforu olarak biçimlenmesi, gömülü olanın cazibesini ve potansiyellerini vaad ederken; yapı içindeki ilişkilerin yarısı gömülü yarısı hisedilen tohumu göstermek adına ne kadar zorlatıldığını, yapı ‘içi’nin tasarım düşüncesinden farklı bir yapı ‘iç’ine dönüştüğünü görünce kendi kendime şöyle dediğimi hatırlıyorum: “bir tasarım düşüncesinin temsil edilmesi ile onun vaad ettiği duygunun ve atmosferinin oluşturulması arasındaki farkı iyi örnekleyen bir yapı olmuş…”
Boğaçhan Dündaralp, mimar,ddrlp
_ medya içeriğini .pdf formatında görmek için tıklayınız.
_ xxi dergisini 100. sayısını online okumak için tıklayınız.
2011/05: 17. taşkışla bahar şenliği / kuzguncuk bostanı fanzin atölyesi
Ağustos 1, 2011 § Yorum bırakın
atölye organizasyon: seda tuğutlu, oğuzhan saygı, elif gökçen tepekaya, begüm moralıoğlu, selin uğur, sunay paşaoğlu, figen inam, yılmaz taha sezgin, fatih kesekçi
pafta no* // katılımcılar:
P1 // arda bakıryol_birinci sınıf
türker naci şaylan_birinci sınıf
P2 // ahmet arif aksoy_ikinci sınıf
P3 // ayşe dede_üçüncü sınıf
P4 // ayşegül çakan_ikinci sınıf
P5 // seda tuğutlu_birinci sınıf
burak öztürk_ikinci sınıf
P6 // ceren okumuş_ikinci sınıf
P7 // dilara dağlı_ikinci sınıf
ayşe kahraman_ikinci sınıf
fulya doğru_ikinci sınıf
P8 // sunay paşaoğlu_birinci sınıf
elif gökçe tepekaya_birinci sınıf
P9 // yılmaz taha sezgin_birinci sınıf
selin uğur_birinci sınıf
* paftalar/fikirler için bkz. fanzin
davetli tartışmacılar: boğaçhan dündaralp, lale ceylan
“Boğaçhan Dündaralp ile fanzin atölyesi fikri, dokuz birinci sınıf öğrencisinin Kuzguncuk Bostanı hakkında düşünmesi, heyecan duymasıyla başladı. Atölyenin ilk ayağı bu dokuz öğrenciyle bostanda gerçekleşti. 1 Mayıs Pazar günü bostanın alternatif kullanımlarını çoğaltmak, geliştirmek fikriyle bostanda bir yerleştirme yapıldı. Yapılan yerleştirmenin çıktıları değerlendirilip, bu sefer 17. Taşkışla Şenliği’ nde on beş katılımcıyla bostanın var olan potansiyellerini ortaya çıkartmak, çoğaltmak, tartışmak için fanzin atölyesi düzenlendi. Bu atölyenin çıktısı olarak üretilen fanzin Taşkışla Şenliklerinde okula dağıtıldı.” – arkitera.com
_ atölyede üretilen tüm fikirleri fanzinden okumak için tıklayınız.
_ http://kuzguncukworkshop.tumblr.com/
+
_ etkinlik haberi için tıklayınız/arkitera.com
_ şenlik anasayfası ve programlar hakkında detaylı bilgi için tıklayınız.
“kuzguncuk bostanına alternatif fikirler” fanzini is licensed under a Creative Commons Attribution-NoDerivs 3.0 Unported License.
2011/05: 17. taşkışla bahar şenliği / TaM24sa. taşkışla avlu – ütopia
Ağustos 1, 2011 § Yorum bırakın
“Farklı bir tasarım deneyimi yaşatmayı,
Taşkışla üzerine geliştirilen fikirleri herkesle paylaşmayı hedefleyen TaM24sa.,
Boğaçhan Dündaralp, Sinan Omacan, Burcu Serdar Köknar, Esin Yürekli ve Cem Kozar dan oluşan bir jüri tarafından değerlendirildi ve Ortabahçe’de sergiye açıldı.” Düzenleyenler: Funda Uz Sönmez, Cenk Hasan Dereli
_ TaM24sa etkinlik fotoğrafları ve videoları için tıklayınız.
+
_ etkinlik haberi için tıklayınız/arkitera.com
_ şenlik anasayfası ve programlar hakkında detaylı bilgi için tıklayınız.
2011/05: 17. taşkışla bahar şenliği / eskizleriyle 3 mimar
Ağustos 1, 2011 § Yorum bırakın
“Şenliğin açılış etkinliği, Sinan Omacan ve Boğaçhan Dündaralp ile “Eskizleriyle İki Mimar” söyleşisi oldu. Sinan Omacan söze provakatif bir biçimde “ben eskiz yapmam” diyerek başladı. Öğrencilik yıllarında başlayan tasarım etkinliğinden seçtiği görseller eşliğinde yaptığı sunumunda, mimarlığın diğer önemli temsil araçlarından maketi, eskiz gibi kullandığını vurguladı. Düşüncenin eskizinin evrilmesinde her türlü aracın kullanımının önemine değinerek bitirdiği konuşmasının ardından Boğaçhan Dündaralp, eskiz defterlerinin sayfalarından oluşan kısa filmiyle, uzun zamandır keyifle, vazgeçilmez olarak, tutkuyla sürdürdüğü eskiz defteri tutma alışkanlığını paylaştı. Eskiz defterinin düşünme aracına dönüşmesini, zaman içinde, kendi mesleki gelişimiyle değişen, dönüşen eskizle düşünme pratiğini gözler önüne serdi.” – arkitera.com
_ etkinlik haberi için tıklayınız/arkitera.com
_ şenlik anasayfası ve programlar hakkında detaylı bilgi için tıklayınız.
” boğaçhan dündaralp/eskizler” filmi is licensed under a Creative Commons Attribution-NoDerivs 3.0 Unported License.
2011/05: football academy / LYFA
Ağustos 1, 2011 § Yorum bırakın
2011/05: parçalayarak birleştirmek / LYFA / proje
Ağustos 1, 2011 § Yorum bırakın
2011/04: vertical urbanity / düşey kentsellik / sunum / lecture
Ağustos 1, 2011 § Yorum bırakın
CRAFTED TOWER
ARCHITECTURAL ASSOCIATION SCHOOL OF ARCHITECTURE
AA ISTANBUL VISITING SCHOOL
_ etkinlik haberi için tıklayınız.
_ etkinlik duyurusu için tıklayınız.
_ “AA / crafted tower” hakkında daha fazla bilgi için tıklayınız.
_ atölyede üretilenler ve değerlendirmeler dosyası için tıklayınız.
2011/04: yasak mı? o da nedir? / görüş-tartışma
Ağustos 1, 2011 § Yorum bırakın
YASAK! mı ? O da nedir?
Gündelik hayatın içinde varlığı hissedilen, görünürlüğü tartışmalı, görünür olduğunda varlık nedeni ile işlevi arasında pratikte bir çatışma alanı yaratan, pratikte anladığımız, teoride tam da kendini tanımlamayan, tanımlatmayan bir ad: ‘yasak’.
I
Bolca anlam ve algı kayması içinde adını anıyoruz; ‘Kural’,‘yasa’, ‘tabu’, ‘kanun’, ‘haram’… gibi kısıtlayıcı olma özellikleri ile bilinen diğer kelimelerle iç içe kullanıyoruz. Kökeni Moğolca ‘yasa’ sözcüğü olan bu kelime, bizim bugün anladığımız yasak (forbidden) dan farklı oysa… ‘Yasa’ kelimesinin kökeni ‘töre’ yani ‘gelenek’ olarak işaret ediliyor. Bu anlamda doğu-batı ikileminde bölünmüş zihnimizin, ‘yasak’ karşısında teoride ve pratikte farklı algılar, yorumlar üretmesi pek de olağandışı bir durum olmasa gerek.
Temelde anlam olarak toplumsal yaşama dair düzenlemeleri kapsayan ve asıl görevi temel özgürlükleri korumak olan ‘yasak’; bazı olası durum ve davranışlara kısıtlama getirerek toplumu ve toplum nezdinde tüm bireyleri korumak iddiası taşır. Hem yasaklanmış olan şeyi hem de yasaklayan kuralı ifade eden, bu garip kelime yukarıdaki bahsettiğimiz nedenlerle yeterince kafa karışıklığı barındırsa da bu içerik; toplumsal bir uzlaşı için yeterli görünebilmektedir. Ancak, düzenleyici otoritenin ne, kim olduğu, bu durum ve davranışların ne olduğu ve nasıl uygulandığı konusuna gelince pratikte bu iş yeniden oldukça tartışmalı bir boyut kazanır. Hele bu, bir iktidar alanı olarak, hür iradenin toplumsal yaşam içindeki rolünü belirleme konusundan sapıp; toplum içindeki bireyler arasında örtük bir ayrışmanın aracı olarak kullanıldığında, konu artık iyice içinden çıkılmaz bir boyut kazanır.
“Yasalar doğru oldukları için değil, yasa oldukları için yürürlükte kalırlar. Kendilerini dinletmeleri akıl dışı bir güçten gelir. Yasa koyanlar da çok kez budala ya da eşitlik korkusuyla haksızlığa düşen kimselerdir. Nasıl olursa olsunlar, insandırlar sonunda, her yaptıkları şey ister istemez sudan ve değişkendir. Yasalardan daha çok, daha ağır, daha geniş haksızlıklara yol açan ne vardır?” – Michel de Montaigne
II
‘Tasarım’ ve ‘yasak’ ikilisine bakarsak; bu ikili içinde ‘yasak’, tasarımcı için olmazsa olmaz görünen, gereklilik ile bağımlılık sarkacında hareket eden yeni bir anlamlar kazanır:
‘Yasak’, amacı yaratmak olmayan, sınır belirleme ve kontrol etme üzerine kurulu bir eylemi, durumu tarif eder. Tasarım için ‘yasak’, bu anlamda hayal gücü ve yaratıcılığın sınırlarını belirleyen bir kavrayış üretmektedir. Ancak tasarımcılar için ‘yasak’ genelde bir meydan okuma olarak algılanır. Yerleşik kalıpları bir yana bırakıp, farklı bir şekilde bakabilmenin imkanını görünür kılması açısından varlığı önemlidir. Yoksa da çoğunlukla da talep edilir… Burada talep edilen ‘yasak’ en geniş anlamıyla sınır belirleyenler kümesini temsil eder. Ve çoğu kez tasarım sürecine dışarıdan katıldığında bu içeriği kazanır. Bir de tasarımcının zihninde inşa edilen, yazılı kayıtlarına ulaşılamayan ve deneyimlerle güçlenerek biriken, zamanla da kurtulunması zorlaşan bir otokontrol, otosansür, içgörü oluşturan, refleks olarak üretilen, gizli yasaklar kodu vardır ki; sanırım bir tasarımcı için en tehlikelisi de budur. Deneyim ve süreklilik adına üretimleri kontrol eden, tabularla işbirliği içinde örgütlenen bu kodlar; kendine -taze olana göre- daha hızlı ve kolay bir meşruiyet zemini bulur. Bir tasarımcı için kendi yaşadığı kültür ile etkileşimi sonucu zihninde inşa ettiği, üretim anına kadar görünmeyen ve eylemlerine pranga vuran bu düşünme kalıpları, en az dıştan gelenler kadar ‘tasarım süreci’ nin bir parçası olarak sorgulanmayı hak eder.
Sorular:
- Öğrenim gördüğünüz yıllarda karşılaştığınız tasarımsal yasaklar nelerdi?
Tasarımsal bir yasak hiçbir zaman konmazdı. Ama ‘mimarlık=bina’dır düşüncesi üzerine kurulu bir eğitim aldığımız için, teknik olarak binanın inşa edilebilirliği, kendini az riske atan, fonksiyon/işlev şeması doğru çalışan, kendi tipolojisine uyan, modernist öğretinin ’form-fonksiyonu izler’ aforizmasıyla terbiye edilen bir ortamdan geçtim diyebilirim. 1992-97 yıllarında eğitim aldığım, post-modernizm ve dekonstrüktivizm’in izlerinin mimarlık ortamında tartışıldığı yıllar olmasına rağmen; proje stüdyoları kent, bağlam gibi konuların neredeyse hiç tartışılmadığı, bağımsız parsellerde, konut,otel,hastane,kongre merkezi gibi yapı tipolojilerine ait verili programların fonksiyon şemaları ile geliştirildiği, sonra bunların 3. boyutta kabuklaştırıldığı, süssüz-bezemesiz beyaz prizmaların kompozisyonları ile mimarlığın arandığı ve bir tür ‘model’ olarak formülleştirildiği bir ortamdı… Okuldaki mimarlık eğitimi hayatımın böyle bir ortamla mücadele ile geçmiş olması; belki de yukarıda anlatılanları benim kendime yasakladığım bir yaklaşım haline getirmiş olabilir.
- Bugün bir tasarımcı/kuramcı olarak yasaklar ve tabularla karşılaşıyor musunuz?
Yukarıda ‘tasarım’ ve ‘yasak’ ikilisine ilişkin değerlendirmemde dillendirdiğim gibi yasaklar ile hem içten hem de dıştan karşılaşıyorum. Hepsinin var olması ama hiç birinin gerçek olmaması; bir tasarım süreci için en zorlayıcı nokta kuşkusuz. Her defasında yapılı çevrenin dayattığı olasılıklar, zorunluluklar, kabuller, yargılar daha baştan sizi çaresiz bırakıyor gibi görünüyor; ancak tasarım sürecinde hepsiyle müzakereye başladığınızda birer birer yok oluyorlar… Tıpkı uzakta gördüğünüz kocaman, gri bir duvar zannettiğiniz şeyin yaklaştıkça bir sis olduğunu anlıyarak ve içinden geçip gidebilmeniz gibi.
- Dünyada ve Türkiye’ de tasarım yasakları bağlamında nicelik ve nitelik olarak farklar var mı? Yani, Türkiye bir yasaklar cenneti mi?
Kendimi bu soruya yanıt verebilecek kadar deneyimli görmüyorum. Ancak Londra’ daki gözlemlerim bana şöyle bir yorum yaptırtmıştı: Kurallar ve tarif edilen sınırlar teoride ve pratikte o kadar birbirini karşılıyor ki; bir mimar o sınırlar tarafından belirlenen süreçte aslında tahmin ettiğinizden daha nitelikli ürünler üretebiliyor. Benim yaşadığım ortamda ise tüm o sınırlar kağıt üzerinde ve sözde var. Resmi ya da gayriresmi sınır denetçileri dahil, kimse bunları işler kılmadığı, uymadığı için de zamanımızın çoğunu tasarımın kendi içsel yolculuğundan çok tasarımın oluşacağı ortam ve koşulları oluşturmakla geçiriyoruz.
NL Architects’ten Walter Van Dick ile sunumlarımız sonrası sohbet etme fırsatım olmuştu. Sunumumu özellikle de tasarım yaklaşımım çok ilginç bulduğunu söylemişti. Sunumumda aktörler ve koşullar üzerinden kurulan, baştan belirlen(e)meyen bir tasarım süreci izlediğimizden; bu sürecin de ancak sonunda anlatılabilir hikayeye ulaştığından ve her defasında farklı olan bir tasarım stratejisi üretmeye çabaladığımızdan bahsetmiştim. Sohbetimiz sırasında keşke sizin gibi basit bir fikir ve onun evrimleşmesi üzerine kurulu tutarlı bir tasarım süreci oluşturma ve bunu anlatma şansımız olsa demiştim. Çünkü bizim böyle bir fikrimiz olsa bile; bunu baştan ifşa etmemiz ve oldurmaya çalışmamızın baştan onu ne hale dönüşeceğini bilmediğimiz bir sürece iteceğini; aktörler ve koşulların bunu her defasında hatta uygulama sırasında bile manipüle etme, değiştirme eğiliminde olduklarını anlatmaya çalışmıştım. O da çok anlam verememişti doğrusu…
“Bizim eskiz ve düşüncemiz yapının inşası bitene kadar mal sahibi de dahil kimsenin değiştiremeyeceği şekilde haklarımız saklı olarak ilerler. Bizim bütün bu haklarımızı koruyan yasal düzenlemeler var.” demişti… Ben de herşeyin belirsiz ilerlediği bir ortamda kendi alanınızı belirlemek gibi zor çabaya ihtiyaç duyduğumuzu, pek çok kişinin de bu çabayı harcamadığı, kendine akışa bıraktığı için de mesleki anlamda, üretimlerin niteliği anlamında büyük bedeller ödemek durumunda kaldığımızı anlatmıştım.
- Kendi yaşam süreniz içinde yasakların dünyada ve Türkiye’de nitelik ve nicelik değiştirdiğinden söz edilebilir mi?
Dünyayı ve Türkiye’yi bilemem ama benim bakışım ve algılamamın değiştiğini söyleyebilirim.
Genel bir değişimden çok; etkileşim ve iletişim yüzeyinin artması, sürtünme yüzeylerinin azalmasından bahsedebiliriz belki… Bu da değişimden çok çoğalmanın bir göstergesi olarak algılanabilir.
- Yasaklar, tasarım dünyasındaki değişimin dinamiklerinden biri olarak tariflenebilir mi?
Kuşkusuz. (bkz. Yukarıda ‘tasarım’ ve ‘yasak’ ikilisine ilişkin yapılan değerlendirme)
- Tasarımda yasak kavramını anlatmak için örnek niteliğinde bir düşünsel ve/veya tasarımsal ürün adı verebilir misiniz?
Lars von Trier, ‘Beş Engel’ (The Five Obstruction/2003) filminde; ustam dediği Jorgen Leth’in yıllar önce çektiği kısa film “Perfect Human -Kusursuz İnsan”ı ; Haiti’ye taşınmış, huzurlu bir hayat süren yönetmen Leth’ i sarsmak ve onu kendine getirmek için beş kez daha çekmesi için ikna eder. Ancak her çekim Trier’ in koyduğu engellere göre gerçekleştirilecektir. Leth anlaşmayı kabul eder ancak Trier zamanla tatmin etmesi güç ve istekleri bitip tükenmeyen birine dönüşür. Leth aylarca Küba’ dan Hindistan’ a uzanan uzak yolculuklar yaparak filmlerini gerçekleştirir ancak Trier hatalara karşı sert ve acımasızdır. Leth, Trier’ in kurallarına göre filmlerini çekerken bir kurala uymaz. Buna karşı bir sonraki kural’ da Trier ceza olarak “Kural yok herşey serbest…” der…
Boğaçhan Dündaralp, mimar
_ medya içeriğini .pdf formatında görmek için tıklayınız.
_ metni .pdf formatında görmek için tıklayınız.
“YASAK! mı ? O da nedir?” metni is licensed under a Creative Commons Attribution-NoDerivs 3.0 Unported License.