2019/08: Bir Başka Dönüşüm Hikayesi: Fide Okullari Sürreyapaşa / Çelik Yapılar Dergisi / TUCSA / Türk Yapısal Çelik Derneği
Ağustos 17, 2019 § Yorum bırakın
2019/05: Çocukların Mimarlığı: “Block by Block” Seferihisar / Arredamneto Mimarlık/ Sayı 331
Mayıs 13, 2019 § Yorum bırakın
Katılım Dili
ddrlp mimarlık ve tasarım hizmetleri, 2005’ten bu yana, mimarlık bilgi alanı içinde kent ve yapı ölçeğinde mimarlık problemleri ve farklı mimarlık ölçeklerine ilişkin çözüm stratejilerini araştırıp, geliştirilmeye çalışan; mimarlık, tasarım ve danışmanlık hizmetleri veren, strateji ve proje üreten bir tasarım ofisi. Son 10 yıldır çocuk ve eğitim mekânları ile katılımcı tasarım konularında odaklı çalışmalar yapmaktadır.
- Katılımcı Tasarım Modeli için Temel Sorular:
Katılımcı model ile tasarım yapma konusu çetrefil bir konu.
Katılıma neden ihtiyaç duyulduğu, kimin tarafından nasıl tanımlandığı, kimlerin nasıl katılarak aktif bir rol oynadığı, konunun en can alıcı, belirleyici soruları…
Bu soruların karşılığı olan yanıtlar modelin tutarlılığı, sürekliliği ve sonuçları için oldukça önemli.
- Katılım ortamı
Katılımcı, demokratik bir planlama anlayışına çocukların katılımının önemsenmesi, demokratik bir katılım kültürü oluşturmanın temellerinin atıldığı ve aktif olarak yaşayan Seferihisar Çocuk Belediyesi burada önemli bir ayırt edici ortam sunmakta. Çoğu kez ortada var olan, yaşayan ve çalışan demokratik katılım ortamı yoktur. Uygun ortamın hazırlanması da ayrı bir süreç gerektirir.
- Katılımın nedenselliği ve aktörleri
Katılımcıların katılım yoluyla edinilen deneyimlerin, üretilen çalışmaların profesyonel kanallar ile tartışılması, değerlendirilmesi ve işlerlik kazandırılması; bunun süreç boyunca birbirlerini besleyecek biçimde katılım modelleri ile de desteklenmesi en ideal durum.
Bu çalışma hem aktörleri bir araya getirme hem de çalışma anlamında workshop programının iyi bir başlangıç olduğunu düşünüyoruz.
- Katılımın amaçları
Katılımcı süreçlerin en önemli toplumsal rolü hiç kuşkusuz “katılımcılar arasındaki ortak dilin üretilmesi” deneyimi üzerine kurulu. Bu demokratik kültürün nasıl bir toplumsal işbölümü ve ortak dil üzerine inşa edileceği, bunun hangi ortamlarla zenginleştirilip süreklilik kazanacağı da bir başka önemli nokta. Biliyoruz ki bu çalışma Seferihisar’daki gençlik kampı için bir başlangıç. Çalışma sürecinde aktörler ve aralarında kurulacak çalışma biçimi bu dilin niteliğini gösterecek. Merakla sonraki adımları bekliyoruz.
- Katılımcıların katkı ve sahiplik duygusu,
Katılımın doğrudan özneleri olan çocuklardan alınan geri dönüşler değerlendirme açısından en kıymetleri ölçütleri bize sunuyor. Çalışma hakkında Devin Dündaralp (yaş 12 / Block by Block Seferihisar katılımcısı) ile yaptığımız konuşmalarda sorduğumuz sorular ve yanıtları bize bu anlamda bazı fikirler verebilir:
- Düşüncelerinin kısıtlandığını hissettin mi ? Hayır.
- Kendini ifade etmekte zorlandın mı ? Hayır
- Minecraft üzerinde çalışmak bir sınırlama mı getirdi yoksa kolaylaştırdı mı ? Bence kolaylaştırdı Neden ? Çünkü yapmak istediklerimizi hızla oyuna aktarabildik. Peki ayrı ayrı kağıtlara çizseydiniz ? Ortak konuşmalar olmazdı. Farklı bir şey mi çıkardı ? Evet
- Zaman kendi düşüncelerini ifade etmek için yeterli miydi ? Yeterliydi.
- Düşünmediğin ama ortak çalışma sayesinde yeni şeyler düşünme imkanını oldu mu ? Evet, kendi düşüncelerimiz dışında konuşarak karar verdiğimiz noktalar oldu. Peki istemediğin sence olmaması gereken şeyler de oldu mu ? Oldu ama o da arkadaşlarımın düşüncesiydi.
6 .Peki bunlar üzerine konuştunuz mu? Hepsini değil. Bazılarını…
7. Araziyi gördükten sonra çalışmalarınız sence değişir miydi? Sadece yerleri değişir diye düşünüyorum.
8. Tüm grupların yaptığı çalışmalar üzerine ortak daha kalabalık bir ortamda konuşmak, birbirinizin yaptıklarını tartışmak hakkında ne düşünüyorsun? Kendi düşüncelerim dışında farklı şeylerin de olabileceğini gördüm.
Boğaçhan & Berna Dündaralp
pdf olarak okumak için tıklayınız.
2017/12: Türkiye Mimarlığını Sorguluyor / kitap / YEM yayınevi
Şubat 28, 2018 § Yorum bırakın
Türkiye mimarlığının mesleki ve akademik alanda önde gelen bu 12 ismi, “Neredeyiz? Yeni bir mimari praxis üretmek mümkün mü? Siyaset, mimarlık ve etik ilişkisi nasıl yürüyor? Bugünün tarihsel ve toplumsal koşulları içerisinde meslek ideolojimiz nedir? Türkiye’de imar nasıl düzelir? Her diploma sahibi mimar; her bina mimarlık ürünü müdür? Türkiye’de mimarlık yarışmaları imarın neresinde?” sorularına yanıt arıyor.
İktidar-mimar ilişkisi, siyasi erkin mimarlığa etkileri, plan değişikleri, 2B arazileri ve kentsel dönüşüm karşısında mimarın vicdani sorumlulukları, TOKİ uygulamaları, etik tartışmalarının nesnesi olmuş yarışmalar, mimarlık eğitiminin düzeyi, genç mimarların mesleğe atılma sürecinde yaşadıkları sorunlar, yukarıdaki temel sorulara aranan yanıtlar üzerinden irdeleniyor.
Boğaçhan Dündaralp’in metnini pdf olarak okumak için tıklayınız.
Türkiye, Mimarlığını Sorguluyor!
YEM Yayın – TMMOB Mimarlar Odası Bursa Şubesi
Yayına Hazırlayan: Can Şimşek
ISBN: 978-605-4793-06-8
1. Baskı
Kasım 2017
Türkçe
160 sayfa, renkli, kuşe kâğıt, karton kapak
14,5×20,5 cm
2017/12: Artifaktlar*, Detay ve Nöroplastisite** / Betonart 55 / Tema: Detay
Şubat 28, 2018 § Yorum bırakın
Artifaktlar*, Detay ve Nöroplastisite**
“ Niyetim konuyu modern dünya, modern insan, teknolojiye bağımlı dönüşüm, kapitalizm ile beyin arasındaki biçimsel organizasyonların analizinden doğan tartışmalar ve buna bağımlı tasarım, detay okumaları gibi derinlik ve ölçek olarak boyumu aşan bir tartışma zeminine çekmek değil. Daha temelde duran ve temas edebildiğimiz gündelik pratikler, bazı ortaklıklar, örnekler üzerinde dolaşmak ve otomatiğe bağladığımız reflekslerimizden kaynaklanan çaresizlik duygumuzu da biraz sorgulamak… Detayın ise burada açık ve kapalı sistemler içinde ve arakesitinde reflekslerimizi ifşa eden bir rol üstlendiğini düşünüyorum. Robert Pirsig, ‘niteliği’ öznenin nesneye bakışı olarak tarif etmişti. Bu ifşayı ( ‘detay’ konusuna bakışımızı) sadece mimarlık alanı ile sınırlı tutmama isteğim; açmazlarımızın ardında yatan bakış ve yaklaşımların ardına bakma; bir davranış örüntüsü (‘pattern’i) keşfetme dürtüm ile belki açıklayabilirim. “
Betonart 55 I Bogachan Dundaralp I artifaktlar, detay ve nöroplastisite
*Artifakt: 1. insan eliyle oluşturulmuş, yapay yapı veya görünüm, artefakt. 2. Fiziksel veya kimyasal olaylar sırasında meydana gelen ve doğal olmayan bir ürün. /TDK
**Nöroplastisite: Plastisite terimi yunancada “plaistikos” kelimesinden kaynaklanır ve biçimlendirmek, şekil vermek anlamına gelir. Nöroplastisite; merkezi sinir sisteminin çevresel değişimlere uyum gösterebilme yeteneğidir. Nöraplastisite beynin öğrenme, unutma ve hatırlama yeteneklerine işaret ederek, beyindeki nöronlar ve oluşturdukları sinapsların vücudun içinden ve dışından gelen uyaranlara bağlı olarak gösterdikleri yapısal ve işlevsel değişiklikleri kapsar.
“Yüzyılların biriktirdiği yapı bilgisini mimarlar artık kullanma ihtiyacı hissetmiyor. Endüstriyel olanın, sayısal olanın ve hesaplanabilir olanın sözde, sahte özgürlüğü içinde tasarlıyoruz. Sahte özgürlük diyorum çünkü özgün üretimler açısından bize fazlasıyla potansiyel ürettiği düşünülen bu ortam bize; içe kapanan ve birbiriyle ilintisi olmayan; ortak bilgi kaynağından beslenmeyen, endüstriyel olanın koşullarını dayattığı, türdeş, montaj ve varyasyona dayalı yapay mekanlar üretmekten öte şimdilik yeni bir şey söylemiş değil.”
Betonart 55 I Bogachan Dundaralp I artifaktlar, detay ve nöroplastisite
Görseller: Mindhunter (TV Dizisi), 2017, Netflix, jenerikten
2017/5: öğrenmenin mimarisi / betonart 53
Mayıs 31, 2017 § Yorum bırakın
2016/08: Betonart 50/ 50.sayı için:
Ağustos 14, 2016 § Yorum bırakın
NTO*
Pirsig, niteliği öznenin nesneye bakışı olarak tarif etmişti. Periyodik olarak hazırlanan bu nesneyi elimize her alışımızda içerik ne olursa olsun titizlikle hazırlandığını hissetmek; okurkerken keyif almak, dergiyi geri dönüşüme atmak yerine saklamak, bir sonrakine merak duymak, okurun, yazanın, konuk editörünün,yayın ekibinin ve destekçisinin ortak duygusu ise epey önemli bir iş yapılıyor demektir. Hele pek çok sektörel yayının ‘okunacak’ değil ‘bakılacak’ dergi yaptığı; pek çok mimarın da okumak, düşünmek yerine ‘bakmayı’ tercih ettiği bir coğrafyada bu çaba sayı dönümlerine bırakılmayacak kadar önemli… Oysa ismi betonart, mimarından, mühendisine, yatırımcısından, yapımcısına kargadan başka kuş tanımayan, beton’dan başka bir malzeme kullanmasını düşünemeyen bir toplumda yayınlanıyor. Düşünemiyor ama bilmiyor da yapamıyor da… Betonun 100 yıllık tarihinde betonu düşünerek kullanmış örneği bir elin parmağı kadar olduğu düşünülürse bu argümanı çürütmek için çok yol katetmeye ihtiyacı var…
Betonart izleğinden taviz vermeden, inatla, yeni açılımlar sunmaya iyi ki devam ediyor. Kendi adıma okumaya ve saklamaya değer bulduğum ender bir yayın… Umarım yolculuğu nice 50’leri bulur. #direnbetonart
Boğaçhan Dündaralp, mimar
* Nesli Tükenmekte Olan
Betonart 50. sayı konuk editör metinleri pdf: Konuk Editörler
2016/07: Housing Conflict in Turkey and Manual for Survival /Architectures CREE 376: Resistances
Temmuz 9, 2016 § Yorum bırakın
Housing Conflict in Turkey and Manual for Survival
The drawings of Survival Manual for TOKİ dwellers inspired by French architect/urbanist Yona Friedman’s approach of the manual of drawings for dwellings and settlements. As Yona introduced defending self-built housing and concepts of self-organized settlement in his most of his drawings; he always inspired me about how to think and contemplate on dwelling and housing issues as an architect. The text and drawings is about the government run centralized housing administrative department of Turkey that how this department managed and directed policies of housing in the last 10 years. The affect of its housing management resulted with new urban and housing policies, eviction and forced migration, as well a state run housing market speculation in Turkey. These had impacts both in architectural practice and lower middle class families dwelling. The manual is the outcome of our conducted interviews and site-research of a gated housing structure Bezirganbahçe in Ayazma/Istanbul.
for english text:BDundaralp
for manual: Toki Dwellers The Survival Manuals
for pages: CREE-376-INT-Bogachan-Dundaralp
2016/1: All issues and problems can become objects of design process / Public Design Support 2011-2016 / Jesko Fezer & Studio Experimentelles Design / Kuzguncuk Bostan
Şubat 20, 2016 § Yorum bırakın
Public Design Support Workshop / Boğaçhan Dündaralp, Architekt
The best scenario for Kuzguncuks future is to increase the possibilities for sharing and to keep it alive – a scenario, which would highlight the importance and value of the orchard for Kuzguncuk. One of the most important contributions during this process, was the “Public Design Support Workshop” realized by Jesko Fezer and his students at the 1st Istanbul Design Biennial 2012. During this weeklong period, we experienced a cohesive and motivating project around a series of ad-hoc interventions that turned into a weekend event in the orchard. Simple arrangements like playgrounds (a football field, a grandstand, a swing, backgammon), tea garden and a picnic ground produced catalysing sensations that evocated curiosity. While Meric Kara from Bilgi University and the students at Kuzguncuk Primary School were directly involved in this event, local architects, Kuzguncuk residents and neighbourhood administrator (muhtar) provided support.
Collective production contains a unique temporality, knowledge production and dissemination processes. This work is invaluable since it shows us the fact that physical encounters and rapprochements that aim at direct production, trust that emerges from common experience and collaboration, common negotiations and sensations provide an opportunity for a unique kind of knowledge production, dissemination and sharing. We experienced a process that revealed the value of keeping the sensations that emerge from social and environmental needs and threats alive in our daily lives. As much as experiencing and being educated by these contexts and sentiments, we have to create mutual experiences and remember that they are a very important source in terms of producing social and democratic contexts through common decision and negotiation processes.
As an architect that tries to resist contemporary trends that limit the role of the designer to mere “aestheticization” of her environment, and as a Kuzguncuk resident, I want to thank Jesko Frezer and his students, Adhocracy exhibition curator Joseph Grima, and the associate curator Pelin Tan, who helped us carry this project to Kuzguncuk, and all others who participated and contributed in this process and helped us produce and keep this experience alive. / 2012
* An addendum for the book, added after 3 years:
Kuzguncuk residents and the Association of Kuzguncuk Residents worked devotedly to overcome once again in their 20-year-old struggle against development threat on the Orchard of Kuzguncuk, and in 2013 they did manage to cancel out development plans for a school on the orchard area. In 2014 the orchard has been leased out to the Uskudar Municipality as a result of a tender which was put out by the General Directorate for Foundations. The alternative project that we prepared collectively with the residents of the neighborhood in 2010 suggests shared public use of the orchard, and it was brought back to the agenda as the orchard gets a new tenant. The project has put into practice through a collaboration between the association, the residents of neighborhood and the municipality while we, as architects from Kuzguncuk, moderate the process. The orchard life that we looked forward to through this project initiative for last 5 years of 20-year-old resistance struggle has become more than just a conservation of land, and nowadays the orchard keeps creating new uses and new characteristics to its collective memory. Until the next possible attack for future development plans on the Orchard Kuzguncuk residents look happy and the neighborhood is in high spirits.
2016/01: Rejenaratif Tektonik / np12 güncesi 2003-2005 / betonart 48
Şubat 8, 2016 § Yorum bırakın
pdf olarak okumak / indirmek için: 62-65 Bogachan_low
2015/10: Tasarım Öğretimi Diye Bir Şey / Arredamento Mimarlık / Dosya
Kasım 11, 2015 § 1 Yorum
Sorular:
- mimari tasarım bir uzmanlık alanıdır, çünkü…..
- mimari tasarım eğitimi bir uzmanlık alanıdır, çünkü….
Yanıtlarım:
- Mimari tasarım bir uzmanlık alanıdır, çünkü mimari tasarım; bilgi, koşullar ve aktörler arasında ilişki ve süreç kurma işidir. Bilgi, beceri, deneyim ile kurulacak bu süreçler bununla yeterli kalmaz, mimarın da parçası olduğu daha büyük bir organizasyonun parçası olarak işler.Bu bağlamda farklı bilgi alanları ve koşulları sentezleyen mimari tasarım süreçleri, özgün olduğu kadar ilişkisel bağları güçlü kılabildiği oranda da başarılıdır.
- Mimari tasarım eğitimi bir uzmanlık alanıdır, çünkü öngörülenin aksine konusunda başarılı mimarlar ya da akademisyenler tarafından aktarılamayacak kadar da pedagojiktir. Konunun akademik ya da mesleki bilgi ve deneyimle de doğrudan bir ilgisi yoktur. Mimarlık eğitimi profesyonel ortamın gerektirdiğinin aksine bireysel üretimlere dayalıdır. Temel olan; mimar adayının birey olarak koşullar karşısındaki süreç kurma becerilerini geliştirmesidir. Bu da bireylerin kendi potansiyellerini ve meraklarını bu alanda nasıl geliştireceğine dair doğru ilişki biçimlerinin üretilmesini talep eder. Mimarlık eğitimi bu anlamda bireysel üretimleri geliştirip, zenginleştirecek ortam kurma becerisidir. Mimarlık bilgi alanı içinde doğrudan aktarıma / öğretilmeye açık konular yer alsa da mimarlık öğretilemez, keşfedilir. Mimari tasarım eğitimi bir uzmanlık alanıdır çünkü bu keşfi yaratacak ortam/ları ve bireysel üretim biçimlerini geliştirecek doğru iletişim biçimlerini talep eder. Bu ortamlarda her defasında yeniden kurulacak, çeşitlilik üretecek; öğrenilmiş zekâların üretimlerini değil, kendi zekâsını kullanabilen bireylerin kendini inşa etmesi gereklidir.
Boğaçhan Dündaralp
Tüm dosyayı ve yanıtları okumak için: ARMIM EKIM 2015 DOSYA TASARIM UZMANLIK 54-63
2015/04: Kentsel Tarımın Bereketi / Kuzguncuk Bostanı / XXI:138
Nisan 8, 2015 § Yorum bırakın
XXI’de bu ay kentsel tarımın yaratabileceği değişimleri sosyolog Ayça İnce, mimarlar Burcu Serdar Köknar ve Hasibe Akın, permakültür üzerine çalışan Deniz Üçok ve Buğday Derneği’nden Hakan Gönül ile yapılan konuşma yer alıyor. Sohbetin yanı sıra Boğaçhan Dündaralp, Kuzguncuk Bostanı deneyimi üzerine bir yazı kaleme aldı ve tarımsal üretimle kamusal kullanım ilişkisinin nasıl kurgulanabileceğinin araştırıldığı süreci paylaştı.
Söyleşiyi ve Boğaçhan Dündaralp’in özetini okumak için tıklayın:http://xxi.com.tr/2154/kentsel-tarimin-bereketi/
Boğaçhan Dündaralp ile konuşma özet metni:
KUZGUNCUK BOSTANI’NIN ÖYKÜSÜ
Kuzguncuk Bostanı 700 yıllık bir tarihe sahip. Ancak bostanın son sahibi İlya 1980’lerde ölüyor ve bostan hiç akrabası bulunamadığı için Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne devrediliyor. O zaman burası bostan vasfında yeşil alan olarak görünürken 1986’da plan tadilatı yapılıyor ve okula çevriliyor. Ve 90’larda ilk eylem başlıyor. Ancak her defasında yeni bir projeyle geliyorlar, 2000’de de yine bir eylem oluyor; ardından alan bir peyzaj firmasına kiralanıyor ta ki 2010’da burası tekrar boşaltılana dek. Bizim bu alan üzerine çalışmamız 2010’da başlıyor. Bu projeleri birlikte yürüttüğümüz bir mimar arkadaşımız tesadüfen Boğaziçi İmar’da okul projesini görüyor ve fotoğrafını çekiyor. Bu okulun üç boyutlu modelini yapıp, yerine montajladık ve Kuzguncuk’ta her yere astık ki herkes okulun inşa edilmesiyle birlikte bostanın nasıl bir hal alacağını öngörebilsin. Ardından mahalleden itirazlar yükseldi. Biz de burası için alternatif bir projeyi geliştirdik. Bostanda zaten olagelen bir sürü aktiviteyi biraz daha geliştirip nasıl arttırabileceğimizi araştırdık. Hıdrellez şenliklerinden yazlık sinemaya, doğum günü kutlamalarından çocukların organize ettiği voleybol turnuvasına kadar dek çeşitlenen aktiviteler bunlar. Bunları nasıl çoğaltabileceğimizi soran birtakım broşürler yapıp mahallede dağıttık, daha neler olabileceğini herkesle paylaştık. Çıkan verilere dayanan alternatif projeyi Boğaziçi İmar, Anıtlar Kurulu gibi kurumlara gidip anlattık. Bir yandan da bostanın bostan olarak kalması için hukuki süreç sürüyordu. Öte yandan da bostan mahalleliler tarafından kullanılmaya devam ediyordu. Ardından 2013’te okul projesi Boğaziçi İmar tarafından onaylanıyor. Anıtlar Kurulu tarafından onaylanmayınca bu kez üst kurula gönderiliyor ve o da hükümetin alt organı gibi çalıştığından hemen projeyi onaylıyor ve Çevre Komisyonu’na gönderiyor. Sonradan proje komisyon tarafından iptal ediliyor. Bu da gezi sürecine paralel bir döneme denk geldi. Diğer birçok etkinlik gibi mahalle forumları da bostanda yapıldı. Burası İlya’nın zamanından beri bostan ve o kimliği sürdürmek ve desteklemek için ekip biçme ile ilgili insanlar da buraya geldiler, burada birtakım ekip biçme faaliyetleri dışında permakültür vs çalışmaları yapıldı. Bu projenin iptal edilmesi ile kiralama süreci arasındaki süreçte burada farklı bir deneyim yaşandı. Herkes bir nevi bostanı işgal etti ve gerilla tarım yapıldı, herkes bir şeyler ekip biçmeye başladı. Herkes kendine göre bir alanın etrafını çevirdi, kimisi baktı, kimisi bakmadı, kiminin ekinleri çalındı vs. İşte bunu deneyimlemek çok sey kattı bize. Fark ettik ki tarım meselesi herkes için birleştirici bir araç olabilir.
Sonra 2014 Mart ayında, Vakıflar burayı kiralama ihalesi açtı ve ihaleyi Üsküdar Belediyesi aldı. Biz de o tarihten bugüne dek bir proje üstünde çalışmaktayız. 2010’da hazırladıpımız alternatif proje zamanında katılımcı bir sürecin nasıl olabileceğini deneyimledik , insanlarla nasıl bir görsel diyalog kurmamız gerektiğini az çok çözdük. O nedenle 2014’te başladığımız bu yeni projede oranın hayatını gösterecek görseller oluşturduk. Herkesin tahayyülünde olup biten meseleleri biz mimarların anladığımız anlamda proje gibi değil de kolay anlaşılabilir bir görsellikle ürettik ve paylaştık. Bir yandan mahalle toplantılarında bir yandan yerel gazete Kuzguncuk Postası’nda projeyi yaydık. Belediyenin kiralamanın ardından ilk işi üst setlerdeki ağaçları budamak olmuştu, biz de bu üst setin artık orman vasfı kazanmış bir alan olduğunu onlara anlatmaya çalıştık. Bir yandan ağaç envanteri çıkartırken diğer yandan Tema Vakfı ile belediyeyi yan yana getirdik. Sonuçta üst setleri, yani orman vasfında olan yerleri meyve bahçeleri haline getirme konusunda herkes mutabık oldu.
Geri kalan alanlarsa kent bahçeciliği için üretilmiş yaklaşık 100 tane yükseltilmiş sebze yatağının olduğu kısımlar, İlya zamanındaki gibi köy meydanı gibi işleyecek ortak alan, çocuk oyun alanı, kütüphane / kum havuzu gibi işlevlerle organize ettik. Burada yapılan her şeyin doğal malzemelerden ve geçici nitelikte olması en büyük önceliğimizdi. İlya da zamanında burayı hiçbir zaman özel mülk alanı gibi kullanmamış, burayı herkese açmış. İsteyen gidip ihtiyacı olanı alır ve bütçesi kadar bırakırmış. Buradaki bu türden alışverişin kamusal bellekte de bir yeri var. O belleği sürdürecek bir yer olması bizim için de önemli. Burada yaşanan gerilla tanım sürecinden çok şey öğrendik. Mekanın herkese eşit br şekilde dağıtılamaması, Kuzguncuk dışından gelenlerin buradaki dinamikleri tam olarak çözemeden hareket etmeleri gibi durumlarda böylesi bir alanın herkesin birbiriyle ilişki kurabildiği br yer olarak yönetiminin önemini kavradık. Bu, yine de tabi ki güzel bir andı. Herkes gibi bizde bunun geçici bir durum olduğunun farkındaydık, sonuçta bunu görmek bir deneyim. Onun üzerinden şimdi daha fazla katılımın mümkün olabileceği, herkesin eşit haklarda taleplerini karşılayabileceği bir tarımsal faaliyetin nasıl olabileceğini araştırıyoruz. Bostan için planlanan 100 küsur tane alan için Kuzguncuk’ta 300’den fazla kişi başvurdu. Bunun için kura çekilerek o yükseltilmiş yatakları kullanacak olanlar belirlenecek.
Şimdi o yaklaşık 100 alan için tahayyül yapılması da gündemde, bunu kullananlar için belli süreler öngörmek lazım ki daha çok insan yıllar içinde faydalanabilsin. Ya da birileri iyi bakamıyorsa mesvsimsel döngü içindeki gereklilikleri yerine getiremiyorsa devretmek zorunda olmalı ki başkasının hakkı yenmesin. Bostanın kullanımında kendi içinde birtakım etik sorumluluklar oluşmalı ki yaşasın. İlya’nın ölümünden şimdiye dek geçen süreçte, eskiden tarım alanı olan şey bugün artık başka bir kimliğe bürünmüş halde. Sadece ekim biçim yapılan bir yerden çok sayıda kamusal etkinliğe ev sahipliği yapan ve kendine has bir kamusal bellek geliştiren bir yer dönüşüyor. Sonuçta orada yaşlılar belki ekip biçerek değil, yürüyerek oturup dinlenerek vakit geçirmek istiyor, çocuklar bambaşka türlü bu alandan faydalanmak istiyor olabilir. Herkes için burası bambaşka bir anlam ifade ediyor. Birtakım sosyal hareketlilikler için birlikte paylaşılan bir yer haline geliyor. Gidip kitabını okuduğun tek başına vakit geçirdiğin, yürüyüş yaparak kendini rahatlattığın, köpeğini gezdirdiğin, onu salabildiğin bir yer oluyor. Sonuçta Kuzguncuk’ta yaşayan herkesin farklı ihtiyaçlarına farklı yanıtlar veriyor, hem tekil ve özel hem ortak ve paralel. Böyle olunca orası sadece bireysel vakit geçirilen bir yer değil, sosyal olarak da yaşamın ekseninin çizildiği bir yer haline geliyor. Bunun için de tarımsal faaliyet de, gölgesinde oturulan ağaç sayesinde yaşanan doğal bir deneyim de var. Bizim bu projeler üzerine çalışırkenki motivayonumuz da alanın bostan ve yeşil kimliği sürerken Kuzguncukluların burasıyla ilgili beklentilerini, yaşamak istediklerinin karşılığı olacak şeyi burada nasıl sürdürülebilir kılacağımızı bulmaya ve bunun için buraya ne kadar müdahale edilmesi gerektiğini anlamaya çalışmak. Bir kamusal alanda en önemli şey, o yere yer kimliğini veren bütün insanların, orada yaşayanların oradaki sürekliliğin bir parçası olması ve kendi anılarını biriktirmeye başlaması ki orada bir sahiplenme oluşsun, o yerin değeri bilinsin ve bu deneyimler sürekli aktarılabilsin.
Burada Tülay Atabey Onat,, ben ve projeye emek koyan diğer mimarlar olarak en büyük avantajımız, tek başımıza hareket etmememizdi.Burada birikmiş olan bilgilerin, belli ilkelerin sorumluluğunu üstlenmeye çalıştık. Buranın bostan kimliğini sürdürmesi herkesin üzerinde hemfikir olduğu bir meseleydi ama bunun ne kadar ya da nasıl olacağı gibi konularda görüş ayrılıkları yaşanıyordu. Mesela buraya aktivist olduğunu iddia eden ve öyle hareket eden ama ne bu mahallenin ne de herhangi bir yerin parçası olmayı bilmeyen birileri gelip buraya çivi bile çakılmaması, olduğu haliyle kalması gerektiğini söylediler. Ama bunu yaparken de bürün o katılım süreçlerine dahil olmak, onları anlamak ve onlara itiraz etmek değil de gerçekçi olmayan şeyler öne sürerek burada eylem yapmak gibi yollar seçtiler. Oysa Kuzguncuk’un ve bostanın dinamikleri başka.
Sonuçta şu an yapılmakta olan, ne tek başıma benim istediğimi yansıtıyor ne de aslında görmek istediğim şeyleri barındırıyor. Belki de kimsenin tüm detaylarıyla görmek istediği gibi değil ama herkesin ortak olarak kabul edebileceği bir düzeyde; temel ilkeleri olan ve onu sürdürürken müşterekleri koruyan bir düzeyde… Buradaki ana derdimiz, buranın bostan ve yeşil kimliğini korurken; buraya okul yapılmaması ve alanın Kuzguncuklular için kamusal niteliğini sürdürmesi. Burası bireysel olarak, mülkiyet olarak kimseye ait değil, herkese ait. O nedenle bostan kimliğine zarar vermeden her şeyin sökülüp takılabilir olduğu, gerektiğinde oranın bir parçası olabilecek şekilde doğal olduğu bir kkurgu oluşturmaya çalıştık. Bu perspektiften bakıldığında kapının öyle ya da böyle olması veya küçük detayların nasıl olduğu önemsiz kalıyor.
2014/5: ‘Başka Bir Okul Mümkün’e inanmak…/eğitim mimarlığı / ege mimarlık 85-86
Mayıs 7, 2014 § 1 Yorum
26.05.2013 tarihli Ege Mimarlık ‘ Okul Tasarımlarını Yeniden Düşünmek: Çocuklar ve Gençler için Öğrenme Ortamları/Çevreleri” dosyası için hazırlanan bu yazı: ‘Başka Bir Okul Mümkün’ Girişimi sürecinde araştırmalarını yaptığımız Alternatif eğitim mekanları, katılımcı model tasarım ve BBOM eğitim mekanlarını ortaklaştıracak mimari ilkeler bütününü özetleme girişimi olarak görülebilir. Dosya editörü Değerli hocam Hikmet Sivri Gökmen’e ve Ege mimarlık ekibine teşekkürler…
*’Başka Bir Okul Mümkün’e inanmak…
“Eğitim hayata hazırlık değildir. Eğitim hayatın ta kendisidir.” John Dewey
Gün geçtikçe hayat karşısında seçeneklerin daraldığı; sosyal ve ekonomik adeletsizliğin arttığı; gezegen kaynaklarının giderek tüketildiği; değerlerin muğlaklaştığı bir dünyada; gezegenimizin geleceğinin bir parçası olacak ‘çocuklarımız’ ve onların ‘eğitimi’, kuşkusuz hayat karşısındaki en büyük önceliklerimizden biri. Bizi giderek yutan, parçası haline geldiğimiz, düşünmeden normlarına uyduğumuz, kendi ellerimizle kurduğumuz bu medeniyetin içinde, onu sürdürecek yeni kuşakların jeneratörü zorunlu eğitim sistemlerinin aksine; hayat karşısında farklı kavrayışlar üretebilen, geliştirdiği duyarlılıklar ve değerler üzerinden kendi iradesini geliştirebilen ve adaletli davranarak, gerekli iletişim olanaklarını yaratan kuşaklar nasıl bir ortamda yetişir?Böyle bir ortam kurmak mümkün mü; hele geleceğin yöneticilerini yetiştireceğini iddia eden ana okullarının olduğu, hızlı kalkınma adına coğrafyasını bozan, doğasını yok eden, toplumsal ve sosyal hayatını ayrıştıran, tepeden inme kararlarla yaşam alanlarının gün be gün değiştiği, değerler ve eğitim sisteminin tektipleştirildiği, insanların birbirine şüphe ve güvensizlikle baktığı bir coğrafyada? Bunu bilmiyoruz. Ama içindeumudu olan, çaresizlikten kendi yolunu inşa eden, sayıları gün geçtikçe artan bir avuç insan; tamamıyla gönüllü emekle işleyen, eşitlikçi, demokratik bir yapılanma üzerinde, kendi yarattığı öz kaynaklar üzerinden bu hayali 4 yıldır inşa etmeye çalışıyor. Önce İstanbul’da, sonra Bodrum’da, şimdilerde Ankara, Antalya ve İzmir’de… Bu insanları bir araya getiren bir amaç, bir hedef değil; çaresizlik, alternatifsizlik, ihtiyaç… Ne istediğinden çok, ne istemediğinden yola çıkarak birbirini bulan insanlar topluluğu…
Ortak dertleri olan-eğitimciler, akademisyenler, sosyal bilimciler, avukatlar,mimarlar, mühendisler gibi pek çok farklı disiplinden gelen- bu insanlar; hayata bakışları ve değerlerinin ötesinde, dünyayı biçimlendiren güçler karşısında temel değerlerin peşine düşmüş ve egemen eğitim sistemleri karşısında 100 yılı aşkın bir süre içinde farklı coğrafyalarda deneyimlenen demokratik okullar, özgür okullar ve alternatif eğitim sisteminlerini, mekanlarını, araçlarını araştırarak kendi yaşadıkları coğrafyaya özgü bir model geliştirdiler. Ortak ilkeler ve öncelikler belirlediler. Zamanlarını, emeklerini birleştirdiler, dayanıştılar. Bir dernek yapılanması içinde işler bir yapı kurdular.
Eşitlik, toplumsal adalet, özgürlük (düşünce, ifade, hareket, seçim), dayanışma,çoğulculuk,toplumsal duyarlılık, şiddet karşıtlığı (fiziksel, sözlü, psikolojik), ayrımcılık karşıtlığı (milliyet, ırk, dil, din, cinsiyet, cinsel yönelim, ekonomik, sosyal, fiziksel), ekolojik düşünce,yaratıcılık, üretkenlik, dürüstlük, öz denetimcilik, eleştirellik, farkındalık, empatigibi ortak ilkeler üzerine inşa ettikleri bu yapı 4 Temel eksen üzerine oturuyor: Alternatif Eğitim, Demokratik Yönetim, Ekolojik Duruş,Özgün Finansman.
Bu gönüllü insanlar topluluğu “Başka Bir Okul Mümkün Derneği” olarak varlığını “Çocuk Hakları Sözleşmesi’nde belirlenen temel hakları hayata geçiren, çocukların kendilerini gerçekleştirmelerini sağlayan, katılımcı demokrasiyle yönetilen, ekolojik dengeye saygılı ve kar amacı gütmesizin uygulanan bir eğitim modelinin geliştirilmesi ve yaygınlaştırılmasına” adamış durumdadır.Bu doğrultuda, aileler ile gönüllülerden oluşan inisiyatifler tarafından kar amacı gütmeksizin kurulacak ve yürütülecek bu eğitim modeline sahip okullar kurma çabası; şimdilerde bir taraftan araştırma, geliştirme bir taraftan da hayata geçirme adına emek yoğun müzakere ve mücadele içinde sürdürülüyor.
2013-2014 eğitim yılı için hazırlıklara başlayanİstanbul ve Bodrum oluşumlarında dernek yapılanmasının yanında her okul bağımsız bir kooperatif yapılanması üretti. Bu gelişmeler diğer iller için de süreci hızlandıran etkenler oldu.
Bu sürecin içinde yaklaşık 2 yıldır Berna ile mimar anne-baba olarak bu oluşum içindeki mimari konuları gönüllü olarak çalışıyoruz. Bir taraftan alternatif eğitim mekanlarının araştırmaları; bir taraftan da hedeflenen okul yapılarının kendi bağlamsal durumları üzerinden BBOM eğitim modelinin mekanlarını araştırıyoruz. Araştırma ve tasarım temelli bu iki çalışma ekseni iki temel soruya odaklanıyor: 1.BBOM eğitim mekanları nasıl olmalıdır? 2. Bu mekanları tasarlamanın, hayata geçirmenin yöntemi ne olmalıdır?
BBOM eğitim mekanları:
BBOM mekanları belirli bir eğitim metodolojisinin aracısı olmaktan çok; alternatif ve farklı kullanımlara olanak yaratacak, kullanıcılarının dönüştürebilecekleri bir ortamın aracısı olarak düşünülebilir. Beden ölçeğinde beden-mekan-ölçek-malzeme-detay-kullanım ile başlayan; doğa-çevre-fiziki ve sosyal yapıya kadar genişleyen; her ilişki biçiminin öğrenme temelinde karşılıklarını üretebilme olanaklarını araştıran bir kavrayış ile ele alınmaya çalışılıyor. Mekan çalışmaları sadece mimarlar tarafından ele alınacak mimari bir konu olarak değil; başta eğitimciler olmak üzere BBOM eğitim modeli üzerinde çalışan, düşünen, sürece dahil olan farklı disiplinlerdeki gönüllülerle birlikte içinde bulunduğu ortam ile bir bütün olarak araştırılıyor.
Mimari çalışma/ tasarım yöntemi:
Gönüllü çalışma, demokratik yapılanma, farklı bilgi alanları ve uzmanlıkların bir arada karar alma mekanizmaları üretmesi; mimari konularda ve BBOM mekanlarının tasarlanmasında kendi ‘katılımcı tasarım modeli’mizi üretme konusunda bir yaklaşım geliştirmemizi sağladı. Eğitim konusunda olduğu kadar ‘Katılımcı Tasarım’ üzerine yaptığımız çalışmalar ve deneyimler bize bu konuda epey yardımcı oldu. Bu yöntemle somut bir proje elde etme adına Bodrum ekibi ile yaptığımız çalışma bu konuda önemli bir deneyim üretmemizi sağladı. Hem süreç olarak hem de ürün olarak Dağbelen köyü için hazırlanan bu proje ‘BBOM okulları tasarımı’ için bir deneyim oluşturmaktan öte; şu ana kadar Türkiye’de örneğine rastlamadığımız bir proje elde etme yöntemi olarak da oldukça farklı bir model sunmaktadır.
Hele umudunu ‘fırsat eşitliği’ adına ancak müellif seçme konusunu çözebilen ‘yarışma’lara bağlamış; projelerini kollektif bilgi birikimi ve empati yoksunu süreçlere mahkum eden mimarlık ortamımız için de önemli olabilir. Çocukları anaokulundan başlayarak öğrenmekten çok teste ve yarışmaya hazırlayan eğitim sistemini tekrar eden bir model yerine alternatif mimari süreçler üretilebileceğini de deneyimlemek, gösterebilmek; bizim açımızdan heyecan verici olmaktan çok umut vericidir. Bu konuda denemeye ve deneyimlemeye devam edeceğiz.
Başka Bir Okul Mümkün girişimi, pek çok okulun aksine; eğitim ve çocuklar için ne bir formül sunuyor, ne de bir hedef için garanti veriyor ya da bir model pazarlıyor. Sadece ortak kaygıların tetiklediği, ortaklıklar ve farklılıkların dengesi üzerine kurulmuş; çocukların kendi kişiliklerini inşa edebilecekleri, zengin imkânlar sunan eğitim ortamı peşinde koşuyor.
BBOM; kar amacı gütmese de bir finansmana, hayata ve doğaya temas edebilecek bir mekâna ya da mekanlara,”Başka Bir Okulun Mümkün” olacağına inanan iradeli, sorumluluk sahibi,güven duyulabilecek insanlara ihtiyaç duyuyor.
Ve şimdilerde de daha çok desteğe…
BBOM mimari ilkeleri:
Bu ilkeler BBOM okullarının; ‘Yer’e bağlı; bölge, iklim, topografya, yerleşim ve parsel ölçeğindeki değişkenlere; farklı sosyal çevre, finansman, imkan ve kullanımlara göre farklı mimari yapısal oluşumlar olmasına izin verirken, ortak bir ‘anlayış’ ve‘değer’ dünyasında tutmayı hedefler.
Bu nedenle;
1. BBOM okulunun tip projesi yoktur. Tip okul anlayışını değil, ortaklıklarını mekan anlayışından alan özgün okullar anlayışını benimser.
2. BBOM okulu mekanları eğitim için tanımlanmış duvarlar içine sıkışmış kutu mekanlardan oluşmazlar. Okul, açık-kapalı tüm alanları, içinde bulunduğu çevreyle bir bütün olarak öğrenme mekanları olarak kullanılır.
3. BBOM okulu mekanları eğitimcilerin müfredatlarını uyguladıkları alanlar değil, çocukların bireysel ilgi ve ihtiyaçlarına yanıt üretebilen; birarada ve tek tek öğrenebilme imkanları sunan; sadece öğretmen odaklı değil, okulun parçası olan herkesin birbirinden öğrenebileceği etkileşim ve iletişim imkanı sunan mekanlardan oluşur, çocuk merkezlidir.
4. BBOM okulu, içinde eğitim verilen bir bina değil, aynı zamanda öğrenimin aracısı ve kaynağıdır.
5. BBOM okulu mimarisi, bilişsel öğrenimi, duyuşsal öğelerle de birleştirmiş, gerçek yaşam modelini içine almış, etkileşime ve iletişime dayalı; sadece okul alan sınırları içinde değil, çevresindeki yaşamla da dinamik ve üretici ilişkiler kurabilen bir yapı ve mekan anlayışı sunar. Mekanları sınırlayıcı değil, katılımcıdır.
6. BBOM okulu mekanları hiyerarşik ve tanımlayıcı değil, demokratik ve katılımcıdır. Dayatmaz, yönlendirmez, olanak yaratır. Katı ve statik değil, esnek ve dönüştürülmeye açıktır.
7. BBOM okulu mimarisi esnekliği sadece mobilya hareketlerine bağlı kullanım esnekliği olarak tanımlamaz. Yapım aşamasından başlar, tüm yapının kullanım hayatı boyunca sürer. Katılımcılıkla paralel genişler. Bu yüzden BBOM okulları kendi özgün finansman yapısı ile etaplanabilir bir mimari sunar; yapının zaman içindeki değişkenliklerine, eklere izin verir; kullanım olanaklarını çoğaltacak yönde yapısal evrilme esnekliği taşır.
8. BBOM okulu gerçek hayatın içerdiği tüm mekanlara; kamusal mekan, özel mekan, yapay mekan, doğal mekan, buluşma, tartışma, öğrenme, öğretme,üretim, tüketim,düşünme, araştırma, çatışma, uzlaşma,uyum, kaçış mekanlarını kendi iletişim dinamiklerini yok saymadan barındırır.
9. BBOM okulu mimarisi yapıyı ‘kat’ya da ‘katlı’ yapı anlayışı içinde düşünmez, çevresi ile etkileşimli iç-dış mekanlarla ilişkili; mekan olanakları ve onun ergonomisi ile düşünen ‘hacim’lerden oluşan bir yapı anlayışını benimser.
10. BBOM okulu mekanları içerdiği hayat ile gerçek hayatı birbirine katar; onun simülasyonunu üretmez. Bunun için doğaldır. Bunları üretmeye kalkmak yerine üretilmesine olanak verecek imkanlar sunar.
11. BBOM okulu etiketlenmiş ekoloji anlayışını değil, elinde varolan kaynakları farkeden, bunları bencilce kullanmayan, tüketim dengesini üretimle destekleyerek kullanan; bunu yaparken de sürdürülebilirlik adına doğayı yeniden bir sömürü nesnesine indirgemeyen, onun döngülerine katılan ve bunu da teşhir etmek yerine yaşayan ‘derin ekoloji’ anlayışını benimser.
12. BBOM okulu içinde bulunduğu doğaya ne kadar eklendiğinden, onu ne kadar dönüştürdüğüne; malzeme seçimlerinden, yapım sürecine; kullanım sürecindeki enerji kullanımından, sağlık, hijyen gibi faktörleri de işin içine katan, yapı fiziği ve yapı kimyasına kadar pek çok detayı bu derin ekoloji kavramı ile sorgulayan bir içerik taşır.
13. BBOM okulu mimarisi araziyi üzerine inşa edilecek yapı olarak görmez; çevresi, sosyal yaşantısı, doğası ile bir bütün olarak algılar. Onun tüm imkanlarını, olanaklarını ve potansiyelini kendi ‘değer’ sistemi içinde araştırır.
14. BBOM okulu mimarisi okul saatleri dışında kullanılmayan bir yapı değil, sadece bir eğitim yapısı hiç değildir. İçinde bulunduğu sosyal ve doğal doku ile birlikte yaşayan, farklı zamansal döngülerde içinde sürekli hayat bulunan ve o hayatın içinde kattığı her yaştan insanın birlikte öğrendiği bir yaşam alanıdır.
Boğaçhan Dündaralp
Alternatif Eğitim/Öğrenim Mekanları/Çevreleri araştırmalarını yüreten ortağım Berna Dündaralp’e; bu süreçte birlikte çalıştığımız ekibe; İpek Kay, Çağrı Helvacıoğlu; Lale Ceylan’a ve BBOM bodrum mimari ekibine teşekkürlerle…
Bu yazıyı pdf olarak okumak/indirmek için tıklayınız.
2014/4: Kentte çocuk olamamak / istanbul Art News sayı:8
Nisan 4, 2014 § Yorum bırakın
Kentte Çocuk Olamamak
Konu çocuk ise; deneyim azlığına rağmen algıları ve ilişkilendirme becerileri yetişkinlerin çok üzerinde olan, bitmek bilmeyen enerjiye sahip, sürekli öğrenmeye açık, potansiyeli yüksek zihinlere sahip bireylerden bahsediyoruz demektir.
İnsan yavrusu dünyadaki pek çok canlının aksine prematüre doğan bir canlı. Bu eksikliğin tamamlandığı süreç “sosyal rahim” olarak tanımlanıyor. Sosyal rahim süreci bireyin sosyal bir varlık olarak inşası için oldukça önemli bir süreç. Ve bu süreci verimli kılacak fizik-mekânsal ve doğal ortam; bu sosyal ilişkilerin sağlıklı gelişiminin zemini olarak algılanmalı.
Peki İstanbul, bu zeminin oluşumu için bize ne kadar olanak sağlıyor?
Kent hayatı programlanmış bir zaman ve buna bağlı ‘bölünmüş mekân’ pratiği/deneyimi içeren bir döngü tanımlar. Bu döngü; tanımlı kişisel zamanlar, tanımlı kentsel rotalar, tanımlı mekânlar ve onların arasındaki ilişkiler ile sınırlı.
Çocuğun bu dünyadaki yeri ve deneyimi nedir? Kentsel pratiklerimiz çocukların aynı zaman-mekân bölünmüşlüğünü aile ile paralel olarak deneyimlemek zorunda olduğunu gösteriyor. Oysa çocuğun dünyasının talep ettiği programlanmamış, serbest, çağrışım ve etkileşime açık bir zaman-mekân deneyimi yaşaması bu koşullarda çok zor; çekirdek aile ile hayatında ise neredeyse mümkün değil. Bunun farkında bir ailenin bu imkânları yaratması ise koşulları oldukça zorlayan bir durum. Hal böyle olunca ne yazık ki çocuklar kent hayatında kendi dünyalarının talep ettiği bir hayatı değil, ebeveynlerinin ve koşulların onlara dayattığı bir ortamda yetişmeye zorlanıyor. Onların hayatı da yetişkinler gibi tanımlı programlar ve tanımlı mekânlar arasında kalmaya mahkûm kalıyor; ayrıca kendileri için tanımlanmış, oldukça steril ve yetişkinlerin dünyasını modelleyen güvenli mekanlarda büyüyorlar. Çocuğun gündelik uğraşıları spor, resim, müzik için bile hafta sonları sabah erken kaldırılan, kurstan kursa koşturulan kent çocuklarından bahsediyoruz. Bu; ne kadar çaresizlik, ne kadar iyi çocuk yetiştirme arzusu, ne kadar çocuklarını sisteme yetiştirmeye çalışan yetişkinlerin tercih ettiği bir modeldir, tartışılır.
Kent; her daim sağlıklı ve çalışan insanlar için hızlı biçimde işbölümünü kolaylaştıran, kendi değer anlayışını arttıran mekânlar ve ulaşım sistemleri için niceliksel bir büyüklük olarak kendini yeniden ürettiği bir ortam. Kendi dinamizmi ve önceliklerini öne sürme cüretini kullanan kentin politik ve ekonomik iktidarları, bu yeniden üretimde engelli, yaşlı gibi bireylerin varlığını yok sayabilme gücünü kullanan, alım gücü olmayanları tüketici pozisyonu olmadığı sürece servis dışı bırakabilen bir kent ortamını sürekli manipüle etmektedir. Bu anlayış içindeki bir kentte yaşayan çocukların dünyasına ‘yer’ var mıdır? Bu ‘yer’ sisteme uyumlu çocuklar hazırlamaktan öte çocuklara nasıl bir ortam sunarlar? Böyle imkânlar da varsa bunlar hala ne kadar erişilebilirdir?
En küçük programın ve mekânın ‘para’ ile deneyimlendiği; tanımlı zaman-mekân örgütlenmesinde ‘kamusal’ olanın bile serbest zaman kullanımından çalındığı, AVM’lere hizmet ettiği bir ortamda kentler çocukların kendini gerçekleştirebilmesi için uygun imkân ve mekânlara nasıl sahip olabilir?
Kent mekânı olasıklar dünyası olarak kendi örgütlenme zihniyeti içinde çocukların dünyasına yönelik ‘ticari’ olmayan, programsız, kendiliğindenlik içeren, sürekliliği bir deneyim içeren sosyal bir hayat ve doğal ortamla ilişki kurabilecek bir ortam kurabilmesi mümkün müdür? Nasıl kurulabilir? Çocukların kendi değerler sistemini oturtmaya çalıştıkları yetişkinlerin kent hayatı ve mekânında; ne kadar yeni olanak ve olasılık üretilebilir?
Kuşkusuz yanıt; kentin mekânlarına tıpkı dışladıkları gibi çocukları uydurmak değil; kent mekânlarında sadece çocukların, insanlar değil, tüm canlıların varlığını da gözeten bakış ve değer anlayışında gizli…
Boğaçhan Dündaralp
İmaj: Arthur Leipzig / chalk games 1950
2014/4: Zorunlu Bağlamsallık mı ? yoksa Bağlamsal bir çaba mı?/ betonart 10.yıl özel sayısı / yapı okuması
Nisan 4, 2014 § 1 Yorum
Zorunlu Bağlamsallık mı ? yoksa Bağlamsal bir çaba mı?: İSTANBUL REKLAM SİTESİ (1968-72) / GÜNAY ÇİLİNGİROĞLU-MUHLİS TUNCA üzerine bir yapı okuması…
1950-70 yıllar aralığı tüm dünyada mimarlık ortamı açısından hareketli yıllar. Sermaye otokrasisi içinde dönüşmüş pozitivist modernizm, erken dönem modernist ideolojinin tasviyesi, yol ayrımları ile bir çoğulculuk ve biçim patlaması yaşanan bir dönem. Özellikle 2. Dünya savaşı sonrasında farklı bir anlam kazanan dönem, mevcut politika ve mimarlık ortamına duyulan tepkilerin ürünlerini verdiği bir aralık. Kent, bu aralıkta işlevsel planlamanın ürünü bölgeler, çoklu üretimler ve tekil mimarlık nesnelerinin mecrasından ve erken modern dünyanın kent anlayışının ötesinde yeni bir bağlam. Örneğin; 1953, IX CIAM toplantısı gündeminde işlev bölgelerinin ayrılmış kent ve onun bireysel-toplumsal yaşam karşısında büyük kayıtsızlığı eleştirinin temel odağını oluşturur. Aidiyet ve kimlik konuları gündem maddelerdir.
Bu dönemde Türkiye’de 1950 kuşağı diyebileceğimiz yurt dışında eğitim alan ya da çalışmış mimarların dışarıda deneyimledikleri gerçeklikle kendi ülke koşullarını birleştirmeye çalıştıkları; nesne olarak ( görünürde) erken modernist izler taşısa da kendi ortamında giderek ‘bağlam’ ile kurduğu ilişkiler sayesinde modern sonrası kimlikler kazanan yapılar görünür olmaktadır. Betonun brüt kullanım örneklerinin 1960’larda başlaması gecikmeli de olsa Türkiye’de iki farklı zaman diliminin birikimlerini üst üste çakıştığı bir aralık yaratacak; belki de bu zorunlu ‘bağlam’sallık ne modernist ne de post-modernizme ait melez ürünlerle karşılaşmamızı sağlayacaktır. Bu durum modernist ilkeleri bir biçimlenme stratejisi ve yapı diline indirgeyen bir tutuma mı? Yoksa bu zamansal üst üste çakışmaların okumalarının sonuçları mı anlatır? Bu kolay yanıtlanamayacak; belki de tekil örneklerin yapı-bağlam ilişkileri üzerinden irdelenmesi gereken sorular gibi görünüyor. Venturi’nin ilk post-modern yapısının 1962’de, yani brütalizmin en canlı olduğu bir zamanda inşa edilmesi; Robert Venturi’nin gerek Aldo Rossi’nin post-modernizmin kuramsal temellerini oluşturan ilk kitapları 1966 yılında yayımlanması; İstanbul Reklam Sitesi’nin (1968-72) hayata geçtiği dönemi okumak için önemli referanslardır.
İstanbul Reklam Sitesi; bu çerçevede ‘melez’ bir yapı olarak okunabilir. Projenin mimarlarından Günay Çilingiroğlu, 1961 yılında İTÜ’den mezun olduğunda Türkiye’nin ilk önemli brüt yapı uygulamalarından sayılan ODTÜ yarışması sonuçlanmış, 1962 ‘de uygulaması başlamıştır. Cansever’in Karatepe saçaklarının da ilk bölümünün 1961’de hayata geçtiğini; Tekeli-Sisa ikilisinin İstanbul Manifaturacılar Sitesi’nin de bu aralıkta gündemde olduğunu (1959-66) hatırlamakta fayda vardır. Aynı zaman aralığında (1961-62) Çilingiroğlu’nun mimar olarak çalıştığı bir İtalya deneyimi ve Muhlis Tunca’nın da 1960’da Roma Üniversitesi’nden mezun oluşu dönem ilişkileri adına referans verilmeye değer görünüyor. Çilingiroğlu ve Tunca 1963-1975 arasında pek çok yarışmaya katılırlar. Cesur strüktürel denemeler yapan, olanakları imkânları sonuna kadar zorlamayı seven bir mimarlar olarak tanınırlar. (1974) Bu sınırları zorladıkları, davetli bir yarışma sonucunda yaptıkları Tercüman Gazetesi yapısı, modern Türk mimarlık tarihi içinde ilginç bir deneme olarak kabul edilir.
İstanbul Reklam Sitesi, yapılaşmamış bir çevrede yer alan ve uzaktan algılanma biçimini strüktürel bir ifadeye dönüştüren Tercüman Gazetesi’nin aksine; Cağaloğlu’nda tarihi referanslarla dolu, kentsel çevresi içinde yer alır. Projesi 1968 yılında yarışma yolu ile elde edilir. Yarışmanın Jürisinde Nezih Eldem, Niyazi Duman, Affan Kırımlı, Maruf Önal, Ertur Yener gibi isimler vardır. İkincilik ödülünü Şandor Hadi, Sevinç Hadi, Üçüncü Ödülü; Saltuk Karabece, Mansiyonlar da; Alpaslan Ataman, Cengiz Eren, Mete Ünal; Mehmet Doruk Pamir, Fahrettin Ayanlar; Tamay Sütmen, Orhan Göçer arasında paylaşılır. Hem Jüri’deki isimler hem de ödül grubu Türk modern mimarlık tarihi okumaları için ilginç okumalara uygundur. Yarışma alanının tarihi yarımada’da, tarihi, kentsel bir doku içinde yer alması yapının belki de en önemli belirleyicisidir. Alanın Babıali Caddesi ile Nuri Osmaniye Caddesinin çakıştığı köşede yer alması ve köşenin önündeki boşluk (yarışma jüri değerlendirme notunda meydan olarak geçer); karşı köşesinde Cezeri Kasım Paşa Camii (1515) varlığı ile arsa alanı içinde Mahmud Nedim Türbesi’nin olması ve onunla kurulacak ilişki yapıyı zorunlu bir bağlam ilişkisine zorlar.
Bu bağlamla ilişkiyi yapının kent zemini ile ilişki kurduğu zemin katı olabildiğince meydan tarafından boşaltarak başlatan Günay Çilingiroğlu ve Muhlis Tunca; yapıyı önce kitlesel sonra da bileşenleri oranında yapı beden çeperlerini parçalarlar. Bu parçalanma yapı kitlesini olabildiğince doku içinde çözme, kitlesel ifadesini azaltma yönünde kullanılmıştır. Kendisine atfedilen kentsel dokuyu tamamlayan (infill) köşe yapı karakterini olabildiğince yok etme, kendini değil, çevresini açığa çıkarma girişimi olarak okunabilir.
Yapı kitlesi belirli espasla türbeyi sararken; kent zemininde meydan/köşe ve türbeyle ilişkiyi güçlendiren boşaltma çabası yapısal ifadesini sadece strüktürel öğelere bırakır. Parçalanmanın üçüncü boyuttaki ilişkileri kentsel dokunun gabari ilişkilerine referans veren önce düşey sonra da güçlü ölçek etkisini azaltan geri çekilme ve küçük yatay parçalanmalarla yapı hacmini küçültmeye yöneliktir. Yapının bitişik nizam yapı grubu ile ilişkisi de bize bu parçalanmanın doku içinden nasıl boşluğa doğru yapıldığını doğrudan gösterir. Parçalanma bir yüzey oyunu olmaktan çıkıp bir anlatıya dönüşür. Bu çaba hem içinde bulunduğu bağlamın hem de programa dair büyüklüğün farkında olduklarını gösteriyor. Yapının tasarımında programı çözmeye yönelik pragmatik bir tasarım ve basit bir strüktürel dil geliştirmekten çok kendi tektonik ifadesini program-bağlam ilişkisi içindeki dengeyi olabildiğince kurma çabası üzerine kurulduğu okunuyor.
Bu okuma üzerinden Tercüman gazetesi yapısına yeniden baktığımızda; onu strüktürel bir deneme olmaktan öte farklı bir kentsel bağlamın strüktürel ifadesi olarak okumak olanaklı gibi görünüyor.
Boğaçhan Dündaralp
pdf olarak indirmek için tıklayınız:62-65
2014/4: GÖRÜNENİN ÖTESİNDE / betonart 10.yıl özel sayısı / yapı okuması
Nisan 4, 2014 § Yorum bırakın
GÖRÜNENİN ÖTESİNDE: SABAH GAZETESİ TESİSLERİ (1989-90) / MEHMET KONURALP için bir okuma…
Sabah Gazetesi Tesislerini; ‘Konuralp’ mimarlığı üzerinden okumadan ’brüt’ kavramının bu yapıdaki karşılıklarını okumaya çalışmak; onu nitelikli bir yapı olmasının ötesindeki bağlamlarını ve önemini kavramımıza pek izin vermeyecektir.
Konuralp mimarlığı ürünlerini Türkiye’de kendi kuşağının ürünlerinden ayıran, onu özgün ve tekil kılan özelliklerin altını özellikle çizmek gerekir. Yapıldığı dönemin mevcut konvansiyon ve üretim koşulları içinde gerçekleştiğini kavradığınız, kendi varlığını yüksek sesle bize bağırmayan bu yapılar; konvansiyonun belirlediği pek çok koşulu yeniden yorumlayan; içerdiği yenilikler, denemeler, özgün detaylar ve ardındaki titiz düşünce dünyası ile her defasında bize olagelenin ötesinin mümkün olduğunu sunar.
Konuralp’in bu mimarlık düşüncesinin arka planında; 1960-65 yılları arasında mimarlık eğitimini aldığı AA (Architectural Association School of Architecture in London); mimarlık ortamının sonraki döneminin belirleyicisi olacak ( ve önemli isimler olarak anılacak) arkadaşları ile geçen buradaki eğitim süreci; güncel olanın doğrudan deneyimlendiği zengin mimarlık ve tartışma ortamları bulunur. Eğitim aldığı yılların modernizmin ideolojik açılımlarına bağlı farklı yaklaşımların, ürünlerinin tartışıldığı, yeni açılımların filizlendiği önemli bir dönemdir. 1950 sonrası global egemenliğe doğru çıkmış olan kapitalizm ve onun temsillerinin yansıması olan 1950-70 arasındaki biçim patlamalarının yaşandığı, yeni brütalizm, İngiliz Rejyonalizmi gibi dönem olarak modern mimarlığın kenara itilen ideolojisi ve alternatiflerinin tartışıldığı bir dönemi doğrudan deneyimlemiş olmak; herhangi bir ekolün sözcüsü olma pozisyonundan çok kendine yeni bir pozisyon belirlemesi açısından Konuralp’in ne kadar önemli noktada bulunduğunu gösteriyor. Mehmet Konuralp’in uluslararası arenanın taleplerini ve koşullarını iyi sezdiğini; Türkiye’de onun bir temsilcisi olmak yerine ülkenin koşulları içinden neler yapılabileceğini araştırmak ve denemek gerektiğini düşünmesi bu bağlamda çok önemlidir. Konuralp’in 1968’den başlayan Türkiye serüveni içinde yapılarının ortak paydası olacak bu yaklaşım ve ardındaki düşünce sisteminin ne kadar bilinçli ve önemli bir tercih olduğunu, bu serüvenin tutarlılğında görürüz.
Teknoloji ve bugünün imkânlarını, güncel olanı gündeminden hiç kaybetmeyen Konuralp, her yapısında, o günün koşullarının ve imkânlarının nasıl kullanılması gerektiği konusunda, bir bilim adamı edasıyla titiz, kaynakları kullanma konusunda da gerçekçi olabilme tutarlılığını koruyabilmiş ülkemizde çok tekil bir örnektir. Sabah Gazetesi tesisleri de bu açıdan onun mimarlığını temsil eden en iyi örneklerinden biri olduğu söylenebilir. Bu yapı sadece yapısal değil tipolojik açıdan da oldukça özgün ve kendi zamanının ötesinde hala güncelliğini kaybetmeyen bir yapıdır.
Yapı bir taraftan açık yapı olanaklarını sonuna kadar araştıran matematiksel modülasyon ve koordinasyon formülleri üzerinden malzeme dilini ve yapı bedenini kurarken, diğer yanda da gazete basım ünitelerini merkeze alan ve yapı içinde onu görünür kılan özgün bir tipoloji sunar. Teknolojinin olanaklarının kullanılması ise tipoloji ile yapısal bedenin arakesitinde, her ikisinin de varoluşunu olanaklı kılan, ancak kendini teşhir etmeyen, fetiş haline getirmeyen bir dengede var olur.
Yapı temelde oldukça basit; 36m x 108m taban alanına sahip kutu merkezinde baskı holünün yer aldığı 18m x 72m’lik 4 kat yüksekliğindeki boşluk etrafında örgütlenen; ve baskı holünün ofislerden izlenebildiği açık ofis sistemini barındıran Köşelerinde 6 adet temel çekirdek ve servis şaftının bulunduğu brüt beton, hafif çelik ve camdan oluşan bir yapıdır. Bu basitliğin ardında özgün pek çok detayı var eden ilişkiler sistemi vardır. Tabliyesi olmayan, asma tavan ve pek çok detayı ortadan kaldıran kaset döşemeden, baskı holü galerisindeki 120 db sese rağmen şeffaflığını kaybetmeyen iç çeperlere ya da kişiye özel ayarlanabilen görünmez mekanik sistemlere kadar pek çok detaydan bahsedebiliriz bu yapıda…
Sabah Gazetesi Tesisleri, hem Türkiye hem de Konuralp mimarlığı içinde önemli bir eşiği de tarif eder. Türkiye’nin Özal dönemi ile birlikte (83-89) piyasa ekonomisine geçtiği; ülke ekonomisinin uluslararası sermaye ’ye açıldığı bir dönemde yapının hayata geçmesi; yokluklar dönemindeki olanakların ötesinde yeni olanaklar dünyasının mümkün olduğu ve bu olanakların Konuralp tarafından oldukça hâkim kullanılabildiği bir yapıdır. Bu hâkimiyet; yapının ilişkilerini var edecek teknolojinin nerede kullanılacağı, ne kadar kullanılacağı, neye hizmet edeceğinin tasarlandığı; global ölçekte araştırıldığı; kalem kalem hangi ülkeden hangi teknolojinin alınması gerektiğini tespit edebilmesine kadar süregiden bir özellik taşır. Konuralp bu yeni dönemde de çizgisinden kopmaz; hatta N. Grimshow gibi sınıf arkadaşlarının high-tech yapılar yaptığı dönemde; aynı bilgi hâkimiyetini benzer biçimde sürdüren ancak onu kendi koşullarında ölçülü kullanabilen yaklaşımı ile zamanın yeni koşullarına taşır.
Bu yapıda ‘brüt’ kavramı kendinin tüm çıplaklığını göstermesinin maddesel karşılıklarının ötesinde yeni anlamlar içerir. Yeni brütalistlerin jestsiz, dokunulmaz, retorikten arınmış salt pratik için var olan yapılarının aksine yapının bir retoriği vardır. Tıpkı teknolojisi gibi kendini doğrudan açmayan bir retoriktir bu. Oysa yapının en ince noktasına kadar düşünülmüş, detayları, malzeme kullanımının presizyonu bize başta dokunulmaz, mesafeli bir ilişki sunar. Fakat yapıya bir nesne olarak dışarıdan bakmıyor, içine dâhil oluyorsanız; yapının size kavranabilir ilişkiler sistemi sunması, kendini oluşturan akılla bir bağ kurma açıklığı sunması bu algıyı kırar. Pragmatik olanaklar uzayı olmaktan öte kendi değerler sistemi ile iletişim kurulabilir yapı sunar. Özgün tipolojisini de tam da bu özelliği ile yansıtır. Yapının tipolojik temelleri ‘gazete tesisi’ programına mesnetlenmemiştir. Tasarım düşüncesi zamanın getireceği farklı olasılıklar uzayında yapının niteliklerini sürdürebileceği öncelikleri barındıran önemli bir öngörüye sahiptir. Bu düşünce 2004 yılında yapının ‘İş Bankası’ tarafından kullanılmaya başladığı anda sınanır, tecrübe edilir. Yapının tüm yapısal nitelikleri bu süreçte değiştirilme ihtiyacı duyulmadan tüm detayları ile aynen sürdürülerek kullanılır. Yapıdaki tek farklılık gazete baskı makinalarının var olduğu holde olur. Bu holde makinaların yerini katlara rampalarla bağlanan, aynı ilişkiler düzlemini kullanan yeni bir çelik strüktür alır. Yapı bu sınavda zamanın koşullarına yenik düşmez; aksine kendi düşüncesini de kanıtlarcasına niteliklerini tekrar açığa çıkartır. Bu anlamda yapı; kendi kimyasını görünür olanın ötesindeki ilişkiler sisteminin içindeki yaşamın bağlamı ile yeniden tamamlar. Belki de yapıyı bir nesne ya da dönem yapısının ötesinde okumamıza izin veren; yapıyı belli bir zamana bağımlı kılmayan da budur.
Boğaçhan Dündaralp,
pdf olarak indirmek için tıklayınız:80-83
2013/09: Ahmet Eyüce’nin Ardından…/ yapı dergisi 382
Eylül 12, 2013 § Yorum bırakın
Değerli hocam Ahmet Eyüce için;
“Ana fikriniz nedir?” sorusu öğrencilik yıllarımızda jürilerimizde en korkulan sorulardan biri idi. Korkulan, soru değil de onu soran kişinin ağzından çıkış biçimi idi. Ahmet Eyüce soruyu öyle sorar, aldığı yanıtlara göre konuyu öyle açardı ki; bu sorunun sorulduğu kişi her defasında konuya ne kadar eksik yaklaştığını, yeterince sorgulamadığını düşünürdü. Ya da konuyu benzer tutarlılıkta aktaramayacağını… A. Eyüce bunu öyle bir biçimde yapardı ki; öğrencinin eksikliğini yüzüne vurmaktan çok; verdiği örneklerle, mekân kavrayışı ve yapıların dilleri üzerine ‘merak’ uyandıracak okumalarla zenginleştirirdi. Bu doğaçlama aktarımı sanki kurgulanmışçasına etkili ve ilgi çekici hale gelirdi. Onun bu yaklaşımı karşısında her zaman diri, ne yaptığını bilen ve bunları savunabilecek tutarlılıkta bir izlek kurabilmiş bir öğrenci beklemesindeydi. Küçük bir okulda okumanın verdiği imkânla onun olduğu jürileri kaçırmaz, onun verdiği örnekler sayesinde mütevazı okul kütüphanemizin altını üstüne getirir, didik didik incelemediğim kitap, dergi bırakmaz; araştırmaya, okumaya ve sorgulamaya çalışırdım.
Şu sözleri hala kulağımdadır, “ çizgiden çıkıp söze, sözden çıkıp çizgiye dönmediği sürece mimarlıktan bahsedemeyiz…” Jürilerimiz mimarlık tarihinden çok mekân tarihi okumalarına dönüşür; stüdyonun içinden mimarlığa dair her şeye bakmanın imkânını sunardı. Çok iyi konuşur, her kavramın kendi terminolojisi içinden açıklar, tane tane telaffuz eder ve adeta zihinlerimize işlerdi. Bu kavramın yapılar üzerinden mimarları ve tasarım dilleri üzerinden açıklar, anekdot ve hikayelerle beslerdi. Proje jürilerimiz ayrı bir sahneye dönüşür; her projeden içinden ne çıkacak diye beklediğimiz bir performansa dönüşürdü. İlgi ve merakımızı taze tutacak her daim bir anlatısı vardı. Onun sayesinde sorgulamalarımızı temellendirme, bunları mimari bağlamda ifade etme konusunda epey çalışırdık. Bu performans bizleri karşısında zımba gibi durmaya teşvik ederdi. Kendisi ile mimarlık 1. sınıfta tanışmış olmak; mimarlığa merakımı biçimlendirecek yolları göstermesi, ufkumuzu açması ve kendimizi keşfedecek sorgulamalar üretmeye imkân vermesi açısından büyük bir şans olmuştur. Çok az projeyi birlikte yapmamıza rağmen yıllarca süren ve merakla beslenen ara ara paylaşımlarımızla birlikte; son bir yılda da Bahçeşehir Üniversitesi’ndeki sohbetlerimizi hatırlayarak keşke ertelemeden keşke daha fazla şey paylaşma imkânımız olsaydı diye hayıflanıyorum.
Ahmet Eyüce, en iyi yaptığı uğraşı yapan, o dünyayı sürekli besleyen, hobileri, merakları, bitmeyen projeleri olan bir insandı. Bulunduğu ortamla ışığını saçan, enerjisini kaybetmeyen ve hayatı işi olan insanlardan biri olarak; kendisine mimarlık hayatıma önemli katkıları ve bu hayattaki paylaşımlarımız için çok teşekkür ediyorum. Eyüce ailesine de sabır ve güç diliyorum.
Boğaçhan Dündaralp
18.08.2013
yayını pdf olarak okumak için: Ahmet Eyüce’nin Ardından…_
2013/07: Bariyelerini Kırmak / Gezi Parkı Mimar(sız)lığı / XXI mimarlık kültürü dergisi
Temmuz 21, 2013 § Yorum bırakın
Bariyelerini Kırmak.
Gezi Parkı direnişi sonrası içinde umut ışığı yanmış insanlarda iki farklı yaklaşım görüyorum: Bir grup “Şimdi ne olacak?, Ne yapmalı ?” diye soruyor. Diğer bir grup ise ya ” …yapıyor “ ya da “…yapabiliriz; var mısın ?” diye soruyor. Kimileri bu farkı kuşak farkı ile açıklıyor; kimileri ise sosyal statü ile… Ama görünen o ki; bu süreçte harakete geçmiş, gezi atmosferini solumuş, tedirgin yalnızlıklarını, ortaklıkların paylaşımına dökmüş olanlar, birlikte ne kadar çok şeyin yapılabileceğini deneyimlemiş olanlar. Onlar sorguluyor ama sormuyor, yapıyor. O ortaklık içinde biliyor neye ihtiyaç var. Kendi rolünü belirliyor ve o ortaklığa elinden geldiğince destek oluyor. Sormak, beklemek, onay almak gibi hiyerarşik bir onay mekanizması işlemiyor. Ortak duygulanımın tetiklediği birlikte öğrenme zenginliği, beraber hareket etme isteğinin doğurduğu geçiçi, değişken gruplar doğuyor. Sürekli bir hiyerarşi değil; bilenin bilmeyene, deneyimlinin, deneyimsize bilgisini aktardığı bir yapı doğuyor. Bazen bu içgüdüsel bir harekete bile dönüşüyor. Koşarken yere düşmemek için farkında olmadan birinin senin elini tutması gibi…
Gezi Parkı kaç senedir mimarlık ortamının gündeminde. Akademik, profesyonel, kurumsal, medyatik duruşlar ve kendi durduğu noktadan mesafesini koruyan bakışların yarattığı bir yere varmayan tartışmalar… “Ne yapmalı?” Sorusuna ortak akıl üretemeyen, hep kendi mesleki ortamının seçenekleri ile düşünen, bir makine gibi çalışan, çalıştıkça yaşadığı ortama yabancılaşan mimarlık ortamımız; sahte yaşam kaygıları, gereksiz fazla emekle öyle kuşatılmış ki bizler çalışmaktan hantallaşmış, titrek ellerimizi yaşamın en temel meyvelerine elimizi uzatabilmeyi görmüyoruz bile. Bu durum aynı ortamda sesimizi birbirimize duyaramayacağımız mesafeler üretmiş. Duymuyoruz, görmüyoruz, önyargılıyız, ilgilenmiyoruz…
Bırakalım ünvanlarımızı, mesleki personalarımızı; bırakalım ona, buna yorum yaparak birşeyler yapıyormuşuz gibi görünmeyi; görünmez olalım. Ünvansız, bir insan olarak, “ne yapmalı?” diye sormadan, birikimlerimizle imkanlarımızla yapabileceğimizi yapalım, bilgi üretelim, veri işleyelim, görünür kılalım, anonimleştirelim…
“Manifestolar, vizyonlarının gücüyle kendi halklarını yaratan kadim peygamberler gibi iş görür. Günümüzün toplumsal hareketleri düzeni tersine çeviriyor, manifestoları ve peygamberleri gereksiz kılıyor. Değişimin failleri şimdiden sokaklara indiler ve şehir meydanlarını işgal ediyorlar; yalnızca yöneticileri tehdit edip alaşağı etmekle kalmıyor aynı zamanda yeni bir dünya vizyonu oluşturuyorlar.” Micheal Hardt & Antonio Negri, duyuru,2012
Boğaçhan Dündaralp
2012/12: NCR-08 [Architecture]/ TOKi Sakinleri/ TOKI Dwellwers/ Şimdi Kendi Başınasın / You Are On Your Own/ New City Reader
Ocak 12, 2013 § Yorum bırakın
Konuk editörlüğünü Fake Industries, Architectural Agonism, Cristina Goberna ve Urtzi Grau’nun yaptığı, 8. New City Reader gazetesi “Mimarlık” İstanbul sokaklarında. Bu sayıya katkıda bulunalar ise: Superpool, Kazys Varnelis, Basurama, Walter Nicolino, Carlo Ratti, Unfold, Ben Landau, Thomas Lomme, Lorenza Baroncelli, Rot Ellen Berg, HS Mimarlık, Autlab, Maurizio Bortolotti, Ravintolapaiva, Boğaçhan Dündaralp, Lale Ceylan, İpek Kay, Paul Faus, Openurban.com, Frank Abruzzese, Zuloark, Maker Lab, Aristide Anotonas, Antonio Ottomanelli, Pelin Tan ve Ethel Baraona Pohl.
Guest edited by Fake Industries Architectural Agonism, Cristina Goberna and Urtzi Grau, the 8th issue of the New City Raeder “Architecture” is out on the streets of Istanbul. The issue’s contributers are: Superpool, Basurama, Walter Nicolino, Carlo Ratti, Unfold, Ben Landau, Thomas Lomme, Lorenza Baroncelli, Rot Ellen Berg, HS Mimarlık, Autlab, Maurizio Bortolotti, Ravintolapaiva, Boğaçhan Dündaralp, Lale Ceylan, İpek Kay, Paul Faus, Openurban.com, Frank Abruzzese, Zuloark, Maker Lab, Aristide Anotonas, Antonio Ottomanelli, Pelin Tan, Ethel Baraona Pohl and Kazys Varnelis.
Adhokrasi Mimarlığı Üzerine Bir Mersiye
İstanbul Sokaklarında Eyleme Dökülecek Özgür Tasarımlar
Sevgili yurttaşlar,
İstanbul Tasarım Bienali sona erdi, çok yaşa Adhokrasi. Adhokrasi’nin ne anlama geldiğini bilmiyor musunuz? Tam olarak: Genellikle açık kaynaklı yöntemlerle organize olmuş tasarım süreçleri ağıdır; seri imalatı, isteğe uyarlanmış ürünlerin küçük derlemeleri lehine reddeden geçici birlikteliklerdir; öncelik listesinde sürecin objeden üstte yer aldığı, piyasa dışı iş birlikleridir. Bunun adı Adhokrasi, ve kalıcı olmakta kararlı. Ya da bize söylenen şey bu, en azından bu Bienal’de. Doğru; çok fazla soru hala cevaplanmayı bekliyor: Bu mekanın kurumsal çerçevesi Adhokrasi’nin kırılgan geçiciliğine ihanet etmiyor mu? Onun açık kaynağa dayanan doğası bir müze içine hapsolmuş olmuyor mu? Süreçleri sergilerken bunları objelere dönüştüremez miyiz? Yani daha basit bir ifadeyle, aktif özneler bu gösteriyi ziyaret ettiklerinde pasif gözlemciler haline gelmiyor mu?
Bu mersiye, yukardaki soruların bazılarına cevap verme girişimidir. Bienal’in kapanışından günler önce yazılmıştır ve Bienal’in sunduğu bildiriyi yine Bienal’in kendi içeriğini kullanarak sorgular. Bu vesileyle, sergi katılımcıları enstalasyonlarını talimatlar dizisi şeklinde anlattı. Siz, İstanbul’un her köşesinden sevgili okurlar, artık orijinal işlerin hakiki kopyalarını üretebilir, Bienal’in orijinal bildirisine, Roma imparatorluğu döneminde olduğu gibi, birer Replika ile cevap verebilirsiniz. Bu anlamda, New City Reader’ın bu sayısı serginin içeriğinin Agonistic (çatışmalı) bir kopyasından oluşuyor. Bu, yaratıcı bir sürtüşme için kullanılmaya hazır bir araç. İsterseniz kullanın. Kendi başınasınız. Ve bir şeyleri taklit etmeniz bizim çok hoşumuza gider.
TOKİ Sakinleri
By Boğaçhan Dündaralp, Lale Ceylan, İpek Kay
TOKI Sakinleri için Hayatta kalma kılavuzu, oldukça niteliksiz, ayrıştırıcı ve denetimin hakim olduğu TOKI blokları yaşam çevresi ile kendi ihtiyaç ve taleplerine yönelik ‘bireysel’ ya da ‘ortak’ eklenebilecekleri, dönüştürebilecekleri, sosyal etkileşim ve iletişim ortamını kaybetmiş TOKI Sakinleri arasındaki ilişkiye odaklanıyor. Bu kılavuz kullanıcıların ihtiyaçlarına çözüm üretmek için tasarlanmış bir araç değil. Bunu ötesinde beraber çözüm üretmek için ihtiyaç duyulan zemini nasıl yaratırız sorusuna yönelen açık kaynak bir kılavuz.
TALİMATLAR
1. Fotokopi ya da internet aracılığıyla kolayca çoğaltmaya izin veren boyutlarda olan, aynı zamanda biriktirilebilir, dağıtılabilir, anonim olarak katılıma ve üretime açık bir format oluşturun.
2. Bu format içinde boşlukları yazı ve çizimle doldurulabilir temel başlıklar/sorular belirleyin: Soru ( /talepler),nerede, ne yapılabilir?, nasıl yapılabilir?
3. Bu formu ‘ortak’ alanlarda insanların kolay ulaşılabileceği ve paylaşılabileceği ‘ortak’ mekanlara/‘yer’lere bırakın.
4. Bu formların bir araya geleceği ve gönüllü katılılmların oluşacağı bir iletişim mekanı ya da mecrası belirleyin ya da oluşturun. Bu bir pano’da olabilir, bir blog sayfası da…
Oluşturacağınız kılavuz/tasarım olabildiğince basit olmalı ki; anonimleştirilerek geliştirilebilir, açık kaynak bir araca dönüşsün.
TOKİgiller Yaşam Mücadele Rehberiini indirmek için: https://bogachandundaralp.wordpress.com/toki/
Adhocracy Architecture, an Obituary
Free Designs to Take Action in the Streets of Istanbul
Dear citizens,
Istanbul Design Biennial is over, long live Adhocracy. Don’t you know what Adhocracy means? Exactly: Networks of design processes often organized as open source; temporary associations that refuse mass production in favor of small collections of customized products; nonmarket driven collaborations in which process overcomes the object in its list of priorities. That is Adhocracy, and it is here to stay. Or that is what we are told, in this Biennial at least. Yet it’s true; too many questions still remain un-answered: Doesn’t the institutional framework of this venue betray Adhocracy’s fragile temporariness? Isn’t its open-source nature locked inside a museum? Can one display processes and not transmute them into objects? Or more simply, aren’t active agents transformed in passive observers when they visit the show?
This obituary is an attempt to answer some of these questions. Written days before its closure, it uses the contents of the Biennial to question the Biennial’s own statement. For the occasion, the exhibition’s participants have described their installations in the form of a set of instructions. You, dear readers, all around Istanbul, can now produce literal copies of the original works and, in the sense of Replica denoted in the roman language— that is a response to a previous claim— answer the Biennial original statement. In that sense this edition of the New City Reader is an Agonistic copy of the contents of the show. It is ready to be used as a tool for creative friction. Do it if you want. You are on your own. And we like it when you fake it
TOKI Dwellers
By Boğaçhan Dündaralp, Lale Ceylan, İpek Kay
TOKI Dwellers the Survival Manual* is focused on the relationship between TOKI blocks residential settings -which are highly unqualified, disjunctive and dominated by supervision- and TOKI dwellers who lost their social interaction and communication environments where they could be a part of, transform into individually or together according to their needs and demands. This manual is not a tool to produce solutions for users’ needs. Furthermore, it is a open source manual which is oriented by the question of how to generate required grounds for solving together.
INSTRUCTIONS
- Create a layout that has got dimensional standards which makes it easy to multiply by photocopy or via internet. The layout must be distributable, collectable, open to anonimus participations and productions.
- In the layout which you designed, specify main headings and questions that have got blanks that can be filled with writings and drawings. Question(refers to demands), Where? , What can be done? , How can be done ?
- Leave this form in ‘common’ places where it can be shared and avaiblable easily.
- Set or create a medium or a communication space where these forms can be clustered and volunteer participation can be generated. For example, it can be a board or a blog page…
Try to make simpler as you can, so that the manual/design, that you have created, can become an open source tool which can improve itself as mediator by being anonymous.
To downnload TOKI dwellers the Survival Manual: https://bogachandundaralp.wordpress.com/toki/
Link: istanbul Design Biennial/Adhocracy Exhibition
Link: NCR_08 Architecture
2012/11: Kamusal Destekli Tasarım Atölyesi / Deneysel Tasarım Stüdyosu, HFBK Hamburg /Adhokrasi, İstanbul Tasarım Bienali
Aralık 4, 2012 § 1 Yorum
Public Design Support Kuzguncuk, Studio for Experimental Design HFBK Hamburg, Adhocracy, Istanbul Design Biennial
Kuzguncuk: Bostan; Kamusal Destekli Tasarım;Workshop
*İstanbul_Kuzguncuk
Kuzguncuk; İstanbul’ un yoğun yapılaşma, sürekli ve hızlı dönüşüm trafiğinden ya da son dönemlerdeki kentsel dönüşüm adı altında yapılan tepeden inme ‘gentrification’ ya da soylulaştırma’, ‘yerinden etme’, ‘değer arttırma’ gibi kentsel operasyonlardan kendini koruyabilmiş, ‘yavaş’ dönüşüm yaşayan, otantik varoluşunu, dokusunu, karakterini koruyarak gelişen, Istanbul’ da kalan belki de tek boğaz köyü. “Bunu nasıl başarıyor?” sorusunu sorarsak, bunun iki tane temel yanıtı var. Birincisi İstanbul’ daki topoğrafik konumu: bir yanda Fethipaşa korusu, diğer yanda Nakkaşbaba mezarlığı arasında bir vadiye yerleşen köy, Bağlarbaşı tarafında arka uçtaki kentsel gelişmeden kısmen kendini topoğrafik sınırlarla yalıtabilmiştir. Bu sınırlar içindeki fiziksel-karakteristik dokusu ‘sit alanı’ kapsamında da korununca; yıkılmadan yenilenerek varolmayı zorunlu kılan alçak katlı, eski eser ağırlıklı bir doku olarak konumunu sürdürebiliyor. İkincisi bu doku sayesinde 1980’lerden başlayarak ciddi bir entelektüel göç alarak buradaki doku hem yenileniyor hem de yaşayanlar anlamında yeni komşuluk ilişkileri üretiyor. Bu entelektüel göç, gün geçtikçe artmasına rağmen hızlı bir dönüşümle değil; müzakere, karşılaşma, kabullenme, karşılıklı birbirinin varlığını kabul ederek ilerleyen bir süreçle gerçekleşiyor. Bu nedenle neo-liberal ekonomilerle üretilen hızlı kentsel dönüşümlerde olduğu gibi alt-ekonomiyi, ekonomik dengesizlikleri, komşuluk ilişkilerini ortadan kaldıran, bölgeler arası ekonomik göstergeleri uçlara taşıyan ayrışmalar burada gözlemlenmiyor. Onun bu koşullarda İstanbul gibi hızlı dönüşümün yaşandığı bir kentte kendi kimliğini koruyarak ağır evrimleşmesi; bir taraftan kentleşme ile kaybedilen pek çok olgunun hala varolabildiği bir yaşam alanını temsil etmesini sağlıyor, diğer taraftan da onun bu kimliğini gözler önüne sunan Tv dizileri, reklamlar, sayesinde de bir turistik cazibe merkezi haline geliyor.
*Kuzguncuk_Bostan
Bostan ise bu kentsel doku içinde kalan, son yeşil boşluk olarak hem yerel yönetimler, hem de ekonomik iktidarların İstanbul’un hızlı kentsel dönüşümünün Kuzguncuk’ taki anahtarı olarak her 10 yılda bir gündeme taşınıyor. Bostan olarak korunması gerekli bu alan; İmar Planlarında 1980’lerin ikinci yarısında yapılan oynamalar sonucu bunlara karşı açılan davalar gibi hukuki düzlemlerde de verilen savaşlarla, 1990’ da ve 2000’ de buradaki bilinçli yerel oluşumlar sayesinde korunabilmiş ve 2010’da tekrar bu alan üzerindeki planlar gündeme gelmiştir. Mülkiyet hakkını elinde tutan Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından bu alana bir proje hazırlatılarak, hayata geçmesi için bir girişimde bulunulmuştur.
*BostanA Alternatif Proje Girişimi
BostanA Alternatif Proje Girişimi ise, bu projeye alternatif olarak, alanın hem kullanımını hem de kullanım potansiyellerini alanın karakteri bozulmadan nasıl sürdürebileceğini göstermek amacı ile başlatılmıştır. Katılımcı bir süreçle geliştirilmeye başlanan bu çalışma, bir taraftan Bostan’ ın süregiden yaşantısını katılımlarla zenginleştirerek teorik bir egzersizden çok, pratik uygulamaya dair yeni üretim olanaklarını ve ekonomi modellerini ortaya koymaya çalışmaktadır. Kent platformunda, kimliğini koruyarak açığa çıkaracağı kamusal kullanımlarla hem Kuzguncuk’ a hem de İstanbul’ a yeni kentsel kullanımlar sunabilecek; ortaya koyduğu ekonomik model ile bir kent parçasının ‘değer’ ine ilişkin yeni bir öneri sunabilecektir. Mimarların sosyal bir aktör (katalizör) ve mimarlığın bir iletişim aracı olduğu bu çalışma ile; alternatif olunan projenin hem yapısal durumuna hem de kentteki bir alanın ‘değer’ine ilişkin bugünün kent politikaları, kentleşme modelleri üzerinden yeni bir müzakere alanı açılarak, bu alana ilişkin yaklaşımların ‘tek bir model’ üzerinden yapılamayacağı gösterilmeye çalışılmaktadır. ‘Mülkiyet hakkı’ ndan çok ‘kullanım hakkı’ na odaklanan bu çalışma, tarafları yeni bir müzakere alanına taşıyarak, Bostan’ ın sahip olduğu değerleri kaybetmeden yaşatılabileceği alternatif modeller üretmeye zorlayabilirse görevini başarı ile yapabilmiş olacaktır.
Süreç:
Bu çaba ile Kuzguncuk ittifakı, Bostan’ ın sahip olduğu değerleri kaybetmeden yaşatılabileceği alternatif modellerin de mümkün olabileceğini ve bu yönde ortak bir çaba içine girebileceklerini gösterdi. Tüm proje onay süreçlerini takip ederek, kurumlarla iletişimini kaybetmeden sürekli tetikte ve proje ile ilgili gelişmeleri izledi. 28.06.2012’de Kültür Ve Turizm Bakanlığı, İstanbul 6 Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu, Kuzguncuk bostanında yapılmak istenen özel ilköğretim tesis alanı yapılaşma başvurusunu; programı ve yapı kütlesi nedeni ile Kuzguncuk mimari dokusuna uyumlu olmaması gerekçesiyle uygun olmadığına, ayrıca parsel içinde tespit edilen bostan havuzunun korunması gerekli kültür varlığı olarak tescil edilerek koruma grubunun 2.grup olarak belirlenmesine karar verdi.
Kuzguncuklular bu kararla biraz nefes aldılar, zaman kazandılar ancak süreç de direniş de bitmiş değil…
Kamusal Destekli Tasarım Atölyesi:
Bundan sonraki süreçte bostanın Kuzguncuk için önemini ve değerini görünür kılacak en iyi durum; buranın yaşamaya devam etmesi ve Kuzguncuklular’ın bu alan içindeki paylaşımlarının olanaklarının artması olacaktır.
Bu süreçteki en değerli katkılardan biri:
Hamburg Güzel Sanatlar Üniversitesinde Deneysel Tasarım profesörü ve adhokrasi sergisi tasarımcısı Jesko Fezer ve öğrencilerinin 30 Ekim-3 Kasım 2012’de 1. İstanbul Tasarım Bienali çerçevesinde gerçekleştirdikleri “Kamusal Destekli Tasarım Atölyesi” olmuştur.
Bu bir haftalık süreç içinde, Bostanda bir hafta sonu etkinliğine dönüşecek bir dizi geçici müdahalenin üretildiği; birleştirici ve motive edici bir çalışma deneyimledik. Oyun alanları (futbol alanı, tribün, salıncak, tavla), çay ocağı, piknik alanı… gibi basit düzenlemeler ardında tetikleyici ve merak uyandırıcı pek çok duygulanımı peşinden üretti. Bilgi Üniversitesi Tasarım Bölümünden Meriç Kara ve öğrencileri, Kuzguncuk İlkokulu öğrencileri bu çalışmalara doğrudan katkı üretirken; yerel mimarlar, Kuzguncuklular ve Kuzguncuk Muhtarı bu çalışmalara destek verdiler.
Kollektif üretimlerin kendilerine ait zamansallığı, bilgi üretimi ve yayılımı vardır. Bu çalışma; doğrudan yapmaya yönelik fiziksel karşılaşma ve yakınlaşma, ortak deneyim ve işbirliğinin yarattığı güven ile ‘ortak müzakerelerin’ , ‘ortak duygulalanımlar’ın başka hiçbir şeyin sağlamadığı kendine özgü bilgi üretimi ve yayma, paylaşma imkanı olduğunu bize yeniden göstermesi anlamında çok kıymetli.
Bu süreçte ancak toplumsal, çevresel ihtiyaç ve tehlike söz konusu olduğunda ortaya çıkan duygulanımların ve çabaların; gündelik hayat içinde sürdürülebilmesinin önemini açığa çıkartan bir deneyim yaşadık. Bu ortamların ortak duygulanımların eğitimi, deneyimi kadar karşılıklı olarak deneyim yaratmak,ortak karar ve müzakere süreçleri yoluyla toplumsal ve demokratik ortamlar üretme açısından da ne denli önemli bir kaynak olduğunu da unutmamak lazım.
Tasarımcıyı içinde bulunduğu ortamı ‘estetize’ etmekten başka bir çare ya da rol bırakmayan güncel eğilimlerin karşısında durmaya çalışan bir mimar olarak, bir ‘Kuzguncuklu’ olarak; kendi mücadelemiz içinde bu deneyimi üretme ve yaşama imkanı sağlayan başta Jesko Fezer ve öğrencilerine, Adhokrasi sergisi küratörü Joseph Grima’ya, çalışmayı Kuzguncuk’a taşımamızı sağlayan yardımcı küratör Pelin Tan’a, bu süreçte yer alan ve katkı sağlayan herkese çok teşekkür ederiz.
Boğaçhan Dündaralp
Kuzguncuk: Bostan; Public-supported Design; Workshop
*Istanbul_Kuzguncuk
Kuzguncuk is perhaps Istanbul’s sole village to have survived along the Bosphorus. It has succeeded in defending itself against the intensive rise in construction, the rapid transformation in traffic and various urbanistic operations choking thecity. These urbanistic operations, are conducted under the motto of “urban transformation” to impose gentrification in various parts of Istanbul at the cost of displacing former inhabitants and for the sake of so-called “added value”. Kuzguncuk has been able to keep itself astride from all this, experiencing its own slow transformation and evolving within its own authentic life style, maintaining its fabric and character. “How does it do it?” one might ask. There are two basic answers to this question. The first has to do with its topographical situation in Istanbul: Kuzguncuk is a village nestled in a valley which is bordered by the Fethi Pasha Woods on one side and the Nakkashbaba cemetery on the other. It has been able to protect itself from the concrete jungle of the Baglarbasi disrict to its east, thanks to its own topographical borders. Having been declared a protected site, its physical and characteristic fabric within these borders has aslo been preserved. Its fabric is composed mainly of ancient buildings, not more than a few storeys high, which cannot be pulled down and have to be renovated. Secondly, thanks to this fabric, Kuzguncuk became prized by intellectuals who began settling there from the 1980s on. This led to the renewing of the existing fabric and to new neighbourly relations. This intellectual immigration, increasing day by day, has not however led to a rapid transformation but is rather evolving in a process of negotiation, encounter, acceptance of one another between the old and new inhabitants. This is why the economic imbalances, the disappearance of neighbourly relations, the extreme disparity in economic indicators between regions, all characteristic of rapid urban transformation projects developed by neo-liberal economies, are not to be found here. Evolving at its own pace while maintaining its identity in an Istanbul undergoing rapid change, allows Kuzguncuk to flag up a life style which has been sacrificed to urbanisation elsewhere. This very setting, found so attractive by TV serials and advertisements, also adds to its becoming a centre of attraction for tourism.
*Kuzguncuk_Bostan
Bostan, the kitchen garden,being the lastpatch of vacant green in the midst of this urban fabric is coveted every ten years by both local administrations and economy magnates as the key to Kuzguncuk’s rapid urban transformation. This land which needs to be protected as a kitchengarden, had been subject to assault by tampering on the city’s Master Plan in the late 1980s. This assault was countered by a legal struggle launched by the conscientious locals who succeeded in gaining the law suits they brought against two such attempts in 1990 and 2000. In 2010 this coveted piece of land was once again threatened by a new attempt .The Directorate General for Foundations, who is at present in possesion of the title deed for this property, commissioned a project* and has made a move to implement it.
*Alternative Project Initiative BostanA
The Alternative Project Initiative BostanA was launched as an alternative to the previous project with the aim of showing how the Bostan can be potentially used and sustained without harming its original character. Encouraging a participatory perspective from the onset, the alternative project is less a the oretical exercise than an attempt to diversify and enrich the Bostan’s present life through practical measures allowing for new modes of production and economic models. The Project proposes to reveal how a given space can be put to public use while preserving its identity at the urban level, how it can offer new urbanistic uses not only to Kuzguncuk but to Istanbul at large. With the economic model it proposes, the Project also puts forward a new perspective on the “value” of an urban space. Bearing in mind that architects are social actors and that architecture is a mode of communication, the Project aims to open a new debate on existing urban policies and urbanisation models by contesting the structural aspects of the previous projects as well as the “value” attributed to a space in the city. In so doing, the Project attempts to show that a “single model” approach cannot be imposed on this space.
Focusing on the “right to use” rather than the “right to property”, the Project will deem itself successful if it contributes to drawing the concerned parties to a new platform for negotiation and instigates the development of alternative models allowing the Bostan to maintain its existence without losing its values.
Public-Support Design Workshop:
The best scenario for Kuzguncuk, in the future, is to increase the possibilities for sharing in this neighbourhood and to keep it alive – a scenario, which would highlight the importance and value of the orchard for Kuzguncuk.
One 0f the most important contributions, during this process, was:
The “Public-supported Design Workshop” realized by Jesko Fezer (a professor of Experimental Design at Hamburg University of Fine Arts and a designer at the adhocracy exhibition) and his students at the 1st Istanbul Design Biennial between 30 October and 3 November 2012.
During this weeklong period, we experienced a cohesive and motivating project around a series of ad-hoc interventions that turned into a weekend event in the orchard. Simple arrangements like playgrounds (a football field, a grandstand, a swing, backgammon), tea garden and a picnic ground produced catalysing sensations that evocated curiosity. While Meric Kara from Bilgi University Department of Design and his students and the students at Kuzguncuk Primary School were directly involved in this event, local architects, Kuzguncuk residents and neighbourhood administrator (muhtar) provided support.
Collective production contains a unique temporality, knowledge production and dissemination processes. This work is invaluable since it shows us the fact that physical encounters and rapprochements that aim at direct production, trust that emerges from common experience and collaboration, “common negotiations” and “common sensations” provide an opportunity for a unique kind of knowledge production, dissemination and sharing.
In this process, we experienced a process that revealed the value of keeping the sensations that emerge from social and environmental needs and threats alive in our daily lives. As much as experiencing and being educated by these contexts and sentiments, we have to create mutual experiences and remember the fact that they are a very important source in terms of producing social and democratic contexts through common decision and negotiation processes.
As an architect that tries to resist contemporary trends that limit the role of the designer to a mere “aestheticization” of her environment, and as a Kuzguncuk resident, I want to thank Jesko Frezer and his students, Adhocracy exhibition curator Joseph Grima, and the associate curator Pelin Tan, who helped us carry this project to Kuzguncuk, and all others who participated and contributed in this process and helped us produce and keep this experience alive.
Boğaçhan Dündaralp
12/2011 Mimaride farklı çizgiler: ddrlp / Turkish Buildings&Decoration s:24 / kasım-aralık 2011
Aralık 23, 2011 § Yorum bırakın
Boğaçhan Dündaralp, mimari tasarım konusunda kendisini sürekli besleyerek çalışmalarını sürdürüyor. ddrlp Mimarlık Ofisi ile farklı ve özgün tasarımlara imza atıyor. Dündaralp ile mimarlık ve ddrlp çalışmaları hakkında konuştuk.
Mimarlığa olan ilginiz ne zaman başladı? Küçükken kendinize nasıl bir gelecek çizmiştiniz?
Küçük yaşlardan bu yana görsel sanatlar ve tasarıma özel bir ilgim vardı. Bu konuda yetenekli olduğuma dair de hep bir teşvik aldım. Kendimi hatırladığım yaşlardan bu yana kalem ve kağıdın yanımdan hiç eksik olmadığını hatırlıyorum. Babama göre bir yaşından bu yana çiziyormuşum ( bana hala pek inandırıcı gelmiyor J) Şimdi o yaşlarda çizdiklerimi yorumlamaya çalışınca dünyamı farklı kılacak şeyleri çizmeye çalıştığımı görüyorum; uzay araçları, kaptan Cousteau’nun sualtı makineleri, hayvanlar gibi. Babam Tatbiki Güzel Sanatlar mezunu tekstil tasarımcısı, kendi atölyesindeki üretimleri takip eder, öğrencilerine verdiği ödevleri ben de yapmaya çalışırdım. Babam okulda aldığı Bauhaus eğitiminin ve Alman hocalarının etkisiyle; evimizde hiçbirşey atılmaz, (paket, kutuhatta hayvan kemikleri…) evdeki bir depoda biriktirilirdi. Metal çay kutularının kesilerek, levha haline getirildiğini, mutfakta kullanıldığını, birlikte tuvalet kağıdı rulolarından uçaklar, uzay gemileri yaptığımızı hatırlıyorum. Kendimi tanıdıkça, Türkiye’deki olanakları zamanla gördükçe, tasarımdan uzak duramayacağım ama kendimi istediğim yönde geliştirebileceğim hangi meslekler var diye düşünmeye başladım. Sanırım ortaokuldaydım, ben mimar olacağım dedim. Üniversite sınavında da bütün tercihlerim mimarlıktı…
Mimarlık sizin için nedir? Tasarım felsefenizden bahseder misiniz?
Dünya gezegeni üzerinde yaşayan insan ırkı, gezegenin doğal ritüelleri içinde kendi ırkına özgü eksiklerini icat ederek, inşa ederek, kendisine protezler geliştirerek tamamlaya çalıştı ve bir medeniyet kurdu. Sınırları gezegene büyük tahribatlar verecek sınırlara ulaşan bu medeniyet halen gelişmeye devam ediyor. Bu medeniyetin var ettiği yapay dünya insanın kendi varoluşunu ve hareketlerini, birbirleriyle etkileşimini üreten, biçimlendiren, dönüştüren mekan ve mekansıllıklar içeriyor. Farklı içerik ve ölçekler kazanan bu mekan/sal-lık-lar mimarlık bilgi ve meslek alanının inceleme konusu. Mimar ise bu bilgi ve meslek alanı içinde; bazen inceleyen, araştıran, bazen tasarlayan, bazen de üreten konumlar kazanıyor. Mimarlığın bir dilemması var. Doğası gereği mimari, insan-mekan-insan arasındaki bir iletişim biçimidir ve ortak kurallar olmaksızın gerçekleşmeye meyillidir. Fakat mimarlar öngörülemeyeni öngörme, hatta var etme laneti ile görevlendirilmiş insanlar. Bu dilemma; bir taraftan tasarımın doğasına aykırı olarak çeşitli katılımcılar arasındaki diyolog ile gelişen, baştan bağlamın sınırlarını öngörülemez kılan, sonucun süreç içinde oluştuğu bir durum; diğer taraftan mimarın tüm bağlamı biçimlendirecek, indirgeyecek bir tasarım dili geliştirme zorunluluğu. Mimarlık uğraşı, ‘ideal’ olana ulaşmayı beyhude kılan ve bu iki durumun arasındaki dengeyi arayan bir uğraşa dönüşmektedir. Bir taraftan üretimini özgün ‘bağlam’ların koşulları üzerinden düşünen diğer taraftan da kentteki oluş hallerinin farklı ölçeklerdeki davranış biçimlerini biribirleriyle ilişkilerini anlamaya çalışan biri olarak; idealize edilebilecek bir ‘model’ ya da ‘yaklaşım’ın olamayacağını düşünüyorum. Öngörülebilir olamayacağı gibi sağlıklı da görmüyorum. Ancak kendi adıma söyleyebilirim ki; bu ortamda mimarlığı, çoğalma ve çoğaltmanın sağladığı imkanlarla, ona katkıda bulunacak, öngörülerle sınırlı potansiyellerin ya da arzu uyandıracak, baştan çıkaracak tasarımların peşine düşmek ve deterministik olmak yerine; öngörülemez ‘istisnaların’ üreyebileceği, sınanabileceği, tetikleyici imalar içeren ortamlar; mimarı da bu ortamların katalizörü olarak görmek beni oldukça heyecanlandırıyor…
ddrlp nasıl doğdu?
Resmi ve zorunlu mimarlık eğitimimi tamamladıktan (yani mezun olduktan) sonra yapı yapmayı yaşadığım coğrafyanın konvasiyonları içinde öğrenmek istiyordum. Hangi aktörler arasındaki etkileşimle, hangi üretim süreçleri ile bu işin yapıldığını öğrenmem, kendi tasarım araçlarımı geliştirmem için çok önemliydi. Bu nedenle yaklaşık 5 yıl yapım sistemleri üreten ve uygulayan bir inşaat firmasında çalıştım. Firma içindeki deneyim yani yapageldiğim şeyler bir rutine dönüşme eşiğini hissetiğim ve yapmak istediğimle yapageldiğim şey arasındaki mesafenin açıldığını fark ettiğim zaman yeni bir mecraya ihtiyaç duydum. Deneyimlerim ve sezgilerim bana mevcut mimarlık ofislerinden farklı bir mecrada üretim yapmamı söylüyordu. Konvansiyonel proje üreten stereotipik mimar profilinin üretim sınırlarının; karşı karşıya kaldığımız durumların çeşitliliği ve bu durumların özgün koşullarının açığa çıkartılması sonrasında ‘mesleki hizmet alanı’nı genişlettiğini düşünüyordum. Dolayısı ile sadece mimarlık alanı ile sınırlı kalmayan, farklı zaman dilimlerine ait geniş bir kavram-pratik ilişkisini tarayan alandan beslenip, düşünmek, tartışmak zorunda kalacağınız bir pozisyona doğru çekilme ihtiyacı vardı. Bir de ofisiniz üretimleriniz için bir ortam, araç olmalıydı. Beslemek zorunda kalacağınız bir şirket değil. ’ddrlp’ böyle düşüncelerin içinde doğdu.
Yapı sistemleri konusunda uzun süre çalıştınız. Mimaride yapı sistemlerinin öneminden bahseder misiniz?
Mekan üretimi için doğaya eklenme biçimlerimizin araçları ‘yapı sistemleri’. İster doğal isterse de yapay olsun doğayla kuduğumuz mekansal etkileşim çatkılar, konstrüksiyonlarla oluyor. İnsanlık tarihinin ürettiği, kullandığı ve geliştirmekte olduğu bu sistemler; mimarlığın katalizörleri. Yapı sistemlerini, yapıları mimarlığın kendisi gibi görme eğilimlerimiz var. Oysa onlar insan ile oluşacak etkileşimde çıkacak mimarinin araçları. Bu nedenle sadece fizik mekansal gereklilikler için değil; tüm duyuları tetikleyen, hareketlerimizi doğuran iletişimi belirleyecilerinden oldukları için önemliler.
Günümüz mimarisini yerel ve evrensel boyutta nasıl tanımlıyorsunuz?
Enformasyon teknolojilerinin gelişmesi, malzeme ve teknolojik olanakların ve erişebilirliğin artması yerel ve evrensel boyutta olup bitenlerin görünürlüğünü arttırmakla kalmadı. Özellikle 2000’li yıllardan bu yana görünürde olanları birbirine yaklaştırdı. Eşzamanlı okunurluk, eşzamanlı oluş ve durumları da arttırdı. Farklı zaman dilimlerini yaşayan kültürler ve üretimlerini yan yana getirdi. Fakat görünürde olanlar ile olmayanlar arasında da ayrı bir yarılma yarattığını da belirtmek lazım. Tek bir zaman diliminden değil, zamanın izafiyetini haklı çıkaracak biçimde farklı zaman dilimlerini yaşayan kültürler ve üretimlerini de yan yana görünür kıldı. Herşeyin yan yana durabildiği bir çağda yaşıyoruz. Bu, bir taraftan da mimarlık adına bağlam-anlam ekseninde bir kırılma da yarattı. Az önce bahsettiğim yarılmanın kaynağı bu kırılma oldu. Bu kırılma yapının iç-dış ilişkilerini tamamen kopardı. Hem fiziksel anlamda hem de ilişkiler anlamında sınırlar muğlaklaştı. Özel-kamusal mekan ilişkileri de bu sınırlarda muğlaklaştı. Bugün mimarlığın belirleyicisinin gösterilebilir ve görünür olanda değil, bu muğlak sınırlar içindeki ‘ara uzamlar’da gizli olduğuna inanıyorum. Çünkü, bugün mimarlar kendilerine mimar atalarından miras kalan yapının görünür yüzü ile, kendisinden talep edilen simgesel projelerle uğraşırken; günün neoliberal politikaları ve iktidar odaklarının da bu ara uzamı kullanarak mimarlığı kendi araçları olarak dönüştürdüğünü görüyoruz.
Daha çok ne tür yapıların tasarımını yapıyorsunuz?
Bir tasarım ve proje ofisi olarak kendimizi belirli yapı tipolojileri ile sınırlamıyoruz. Aksine bazı konularda uzmanlaşmamaya çalışıyoruz. Tasarım ve proje ofisi olarak ‘esnek’, farklı durum ve koşullara hızlı adapte olabilen; yeni stratejiler üretebilen bir pozisyonda kalmaya çalışıyoruz. Günün koşulları belirli yapı tipolojilerininin de çözülmesine neden oldu. Çünkü çok farklı yapı programları yan yana ve iç içe geçebiliyor. Belirli tipolojilerde uzmanlaşmış ofislerin güncel durumlara yanıt üretemediğini görüyoruz. Buradaki püf noktası; bir tasarım ofisi olarak uzmanlaşmış kişileri bünyemizde barındırmadan; projelerin kendi bağlamına göre organize olabilen, konusunda deneyimli kişileri çalışma sürecine dahil edebilen organizasyon ve stratejiler üretebilmekte.
Şu an hangi projeler üzerinde çalışıyorsunuz?
Şu anda sosyal içerikli, karma fonksiyonlu bir kentsel proje üzerine çalışıyoruz. Paralelinde yapım süreci devam eden bir futbol akademisi ve bir eğitim yapısı projelerimiz var.
Projeleriniz dışında da jüri üyeliği gibi çalışmalarınız var. Bunlardan bahseder misiniz?
Mimarlık bilgi alanı ile ilişkimiz, meraklarımız, üretimlerimiz bizi sadece ‘mesleki/profesyonel pratik’ dünyanın gerçekliğinden ibaret olmayan; geniş bir bilgi alanından beslenen, farklı zaman dilimlerine ait geniş bir kavram-pratik ilişkisini tarayan, düşünmeye ve tartışmaya çalışan ve bu alan içinden enerjisini ve motivasyonunu alan, üretimlerini farklı mecralarda sınamaya ve paylaşmaya açan bir konuma itiyor. Bu nedenle hem akademik ortamda hem de meslekle ilişkili ortamlarda araştırmalarımızı ulusal ve uluslararası ortamlarda sunma, sergileme, seçici kurullarda bulunma, jüri üyeliği yapma gibi rolleri bu motivasyonun bir uzantısı gibi görebiliriz.
pdf olarak okumak/indirmek için tıklaynız.
söyleşiyi Turkish Buildings&Decoration sitesinden okumak için tıklayınız.
derginin tümünü pdf formatında indirmek için tıklayınız.
2011/12: IABA 2011 Uluslararası Mimarlık Bienali / Batı Akdeniz Mimarlık s:50 özel sayı
Aralık 23, 2011 § Yorum bırakın
2011/09: Lüleburgaz Yıldızları Futbol Akademisi / LYFA / proje
Eylül 26, 2011 § Yorum bırakın
LYFA: LÜLEBURGAZ YILDIZLARI FUTBOL AKADEMİSİ
Bir süredir projenin ismini duyan, okuyan herkesin aklına gelen ilk soruların ‘neden Lüleburgaz ?’, ‘neden bir futbol akademisi ?’ olduğunu söylesem sanırım sizi pek şaşırtmış olmam. Zira projenin arka planı bu soruları bir çırpıda yanıtlamamıza izin vermeyecek denli yoğun bir ilişkiler zinciri içermekte. Bu nedenle, aşağıdaki yazı bir proje tanıtımından çok, her şeyin ‘aslında dün bitmiş olmalıydı’ hızında talep edildiği bir ortamda, bir ay sonrasına sipariş edilen bir işin aranan nitelikleri gereği, aktörlerinden, tasarım sürecine kadar nasıl iki yıla yayılan ciddi bir çalışma sürecine dönüşebildiğinin de hikâyesini barındırmaktadır. Ortamımızda, mesleğimizde o kadar çok genelleştirilmiş ‘…… neden olmaz?’ sorusu ile karşılaşıyoruz ki bilinçaltımız eylemlerimize engel olmakla kalmıyor, olabilirliklerin bile koşullarını ortadan kaldırabiliyor. Örneğin bir kamu kurumu tarafından, mevcut mevzuatlar ile nitelikli üretilmiş, kamusal işlevli bir yapının gerçekleşmesinin nitelikli bir mimarlık ürünü olarak hayal olduğu, istatistikî olarak söylenebilir. Siz de benim gibi çaba ile yaratılabilen ‘istisna’lara inanabiliyor ve bu ‘istisna’ların hikâyeleri ile ilgileniyorsanız; sizi yazının devamını okumaya davet edebilirim:
Bu projenin temel amacının futbolcu yetiştirecek bir futbol akademisi olmadığını söylemekle anlatıma başlayalım. Bu anlamda Sayın Emin Halebak*’ın da belediyecilik anlayışı ile proje; arka planında, hedefleri ile sonuçları açısından birbirinden farklı değerlendirmelere açık bir düşünce sistemi ile oluşturulmuştur.
Lüleburgaz için yapılan kentsel çalışmaların belki de en önemli özelliği kentin mekansal değil, sosyal strüktürünü kurmaya çalışan bir belediyecilik anlayışını yansıtmalarıdır. Dolayısı ile önce mekansal değil, sosyal eksikleri anlamaya çalışan, sonra bu eksikleri küçük ölçeklerde çözmeye yönelik denemeler yapıp sürekliliklerini tartan ve gerçekten işlediğini gördüğünde de yatırımların ölçeğini kentin ihtiyaçlarına göre yeniden değerlendiren bir anlayış bu. Kentlinin zenginliğinin, kentin zenginliği ilebir bütün olabildiğinde bir ‘gelişme’ kaydedilebileceğinin bilincini içermektedir.
Tasarım ekibi olarak, bir yılı aşan proje tasarım sürecini kentin sosyal strüktürünü mekan kullanımlarını ve Sayın Halebak’ın kent için çabalarını anlamaya çalışarak; çocuk parklarına kadar tek tek etüd ederek projemizin programını kentteki programları tamamlayacak yönde geliştirmekle geçti.
Projenin öncelikli hedefi 6-14, 8-16 yaş gruplarına yönelik bir eğitim ortamı oluşturulması. Üniversite giriş sınavlarında, yerleştirme oranında ülke birincisi olması ve ülkenin gayrimilli hasılasının üstündeki zenginliği, Lüleburgazlılar’ın kendi çocukları ve geleceğine yaptığı yatırımın bir başka göstergesi. Bu çalışmanın arka planında kentin içinde yapılmış başta çocuklara sonra da her yaş grubuna yönelik, küçük ölçekli şöyle adımlar var: kentin sıkışık dokusunda atıl kalmış binalar arası ya da merkez olma potansiyeli taşıyan boşlukların, çocuk oyun parkı, spor parkı, kaykay parkı, kafeterya gibi işlevleri birbiriyle destekleyerek önce çocukların sonra da ebeveynlerinin ve Lüleburgazlılar’ın açık alan kullanımlarını ve karşılıklı sosyal etkileşimini arttırmaya yönelik değerlendirilmesi gibi. Çocuk parkları; otistik ve zihinsel sorunlu çocukların, sosyal hayatın içine katılmalarına katkıda bulunan düzenlemelere kadar kendi içinde çeşitlilik içeriyor. Biçimci veya yapılmış olmak için orada değiller. Futbol Akademisi de çocukları bilgisayar başından kaldırıp sokağa çıkarmanın, sosyal olarak birbirleriyle etkileştirmenin, çocuklara (geleceğin kentine-kentlisine) yönelik kentsel çalışmaların başka bir uzantısı olarak görülmeli.
Bu tesis, eğitim ortamı olarak odağında futbol ve çocuklar olsa da sadece çocukların kullanımına yönelik değil; tüm ailelerin, sosyal çevrenin ve kentlinin paylaşımına olanak sağlayacak spor ve çeşitli etkinliklerin gerçekleşeceği bir merkez olarak ele alınmıştır.
Lüleburgaz nüfusu 100 bin olan bir ilçe. Bunun 20.000’ini çocuklar oluşturuyor. Gelir seviyesi Türkiye’nin kişi başına düşen gayri safi milli hâsılanın 2,5 katı. Bölgenin gelişmişlik endeksi ise 3.5. Ne yazık ki kentlinin bu zenginliği otomobil/araç sayısına yansımış; kentleşme anlamında oldukça yoğun yerleşim dokusuna sahip kent merkezini istila ederek kentlinin açık alan kullanımları için büyük engeller yaratmaktadır.
Projelendirilen Futbol Akademisi, Lüleburgaz’ın kent merkezinden saçaklanan önemli gelişim akslarından birinin üzerinde ve merkeze yaklaşık 2 km uzaklıkta bir konumda yer almaktadır.
Bu konumlanma, kentin merkezindeki kentsel dokunun sıkışık ve talepleri karşılayamayan fiziki çevresinin potansiyellerini dönüştürmeyi hedefleyen, yeni odak noktaları ve dinamikler oluşturarak hem kentsel dokuyu rahatlatmaya hem de kentliye yeni olanaklar yaratmaya çalışan çalışmaların bir parçasıdır.
Akademi, kapalı spor aktiviteleri ve servis yapıları dışında; açık spor alanları, kalabalık aktivitelere izin veren çevre düzenlemeleri ve park alanlarını kapsayan bir kompleks olarak tasarlanmıştır. Tüm bu alanlar, hem engelli kullanımlarına izin veren hem de bisikletle dolaşıma izin veren rampalı dolaşım alanları ile birbirine bağlanmıştır.
Projenin yer alacağı 79.950 m² ‘lik alanın peyzaj karakteri olarak referans alınmayı zorunlu kılan üç baskın özelliğinden bahsetmek gerekmektedir. Bunlardan birincisi kentsel peyzaj ile kırsal peyzajın tam arakesitinde yer alması, ikincisi ise arazi içinden geçen yüksek gerilim hattıdır. Birincisi, bu karakterle ilişkinin bölgenin gelecekteki kimliğini oluşturması açısından; ikincisi, karakterle ilişkide genel alanın kentsel planlamadan ayrı 3. boyutta baskınlığını kaybetmeyecek algı-oryantasyon ilişkilerini belirlemesi açısından önemlidir. Bir başka belirtilmesi gerekli nokta ise arazinin yüksek gerilim hattı boyunca yaklaşık 5m farkla iki kota ayrılmasıdır. Yapılaşmanın öngörüldüğü bölgenin kırsal peyzaj tarafında nehir yatağına doğru en düşük kotta yer alması başka bir tasarım kriteridir.
Arazinin genel olarak büyük ve yatayda ufkun açık olarak algılandığı güçlü bir karakteri olmasından ve etkileyici olması bir yana; insan ölçeğinin kaybolduğu bir algı yarattığından da bahsedebiliriz. Bu durum tasarım verisi olarak şöyle değerlendirilmiştir:
Ufku açık etkileyici bu yataylık, yapılar ya da çeşitli düzenlemeler yapılmaya başladığında insan ölçeğini ezmeye başlayacak, hepsinin birden algılanmaya başlanması ile yönlenme duygusu yerini kaybolma duygusuna bırakacaktır. Bu nedenle mümkün olduğunca doğal düzenlemeler ile ölçek, merak ve yönlenme duygusu organize edilebilirse; böyle bir alanın zengin kullanım olanakları, fonksiyonların ihtiyaçlarına göre insan algısına uygun hale getirilebilecektir. Bu doğal düzenlemeler, kompleks içi ilişkiler, dış ile kurulacak kontrollü bağlantılar, içten ve dıştan alana ait algılar gibi referanslar doğrultusunda tasarlanmıştır.
Eğimleri, yükseklikleri, kapladıkları alanlar ile mekansal tanımlamalar ötesinde başka kullanımlara da izin veren bu yapay topoğrafyalar sadece doğal öğeler ile değil; Dolaşım alanları ve yapay düzenlemelerde de sürdürülerek bedensel ya da tekerlekli hareketler, aktiviteler ve performanslara uygun tasarlanmış; eğimleri ise, engelli kullanımları da düşünülerek ayarlanmıştır.
Tasarımı yönlendiren bir başka temel hareket noktası da; elimizde hangi kaynakların ne olduğu ve bu kaynakların ihtiyaçlar doğrultusunda nasıl kullanılacağı idi. Sosyal etkileşim ağı içinde, bulunduğu ortamın, koşulların bilincinde paylaşılabilir, aktarılabilir ve sürdürülebilir bir sorumluluk anlayışının bilincinin önce tasarımdan başladığına inanarak; doğal veriler ile yapay eklenecekler arasında sürdürülebilir bir ilişki tanımlanmaya çalışılmıştır.
Genel yerleşim ve planlama, arazinin iki temel kotu gözönüne alınarak yapılmıştır. Alt kotta yer alan alan, akademi yapısı ve açık spor alanlarını kapsarken; üst kotta, kente ve yola yakın olan kısım park ve açık alan düzenlemelerine ayrılmıştır. Her iki kısmı da birbirine bağlayan ara bölüm ise her iki tarafa hizmet eden bir buluşma noktası, açık alan faliyetlerini kapsayan bir meydan olarak ele alınmıştır. Araç yollarının genel yerleşim ile ilişkisi; özel otomobil-otoparklar-servis araçları (ambulans, itfaiye, kamyon, vinç vs.); bisiklet ve yaya yolları, toplu ulaşım noktaları, çöp araçları gibi araçlara göre organize edilerek farklı acil durum ya da akitivite senaryolarına uygun hale getirilmişlerdir.
Bu merkezin, ‘eğitim’i sadece aktarılan bilgi olarak değil; mekânı, sosyal yaşantısı ile bir bütün olarak gören, bir ‘ortam’ olarak kavrayan anlayışın sonucu olduğunu söyleyebiliriz.
Alana eklemlenen her ürünün, kendisi dışında çok amaçlı olarak birbirlerini de bir bütün içinde tamamlıyor olması, benzer nitelikler ve ortak bir düşünce ile konumlandırılması temel tasarım hedeflerinden biri olmuştur.
Park alanı düzenlemesi de dahil; genel peyzaj karakterine ve algılarımıza ilişkin öngörülerimiz, doğal ve yapay sınırlar arasında dolaşan, tasarlanmış ama doğal bir topografyanın parçası olan yapılar, mekanlar, kullanımlar ve deneyimlere odaklanmıştır. Orada olma isteği ve zaman geçirme olanaklarını arttıracak ve sosyal etkileşimle çoğaltılabilecek mekansal ilişkileri üretmek paralelinde o yerin doğal verilerinin mümkün olduğunca nasıl kullanılabileceği de bu araştırmaların önemli bir parçasını oluşturmuştur.
Alanın bütününden yapı ölçeğine kadar aranan bu anlayışın kullanıcılara dayatılan değil, hissedilen bir düzen olarak nasıl tasarlanacağı, nasıl sürekliliğini kaybetmeyeceği, tasarım sürecine etki eden önemli sorulardan biri olmuştur.
Doğal elemanlar, bitkiler, görsel ve duyulara hitap etmekten öte, alanda pek çok duruma göre farklı görevler ve özellikler içermektedir. Bunlar yapay elemanlar ile bir bütün olarak bazen mekansal, görünmeyen ilişkileri ile bazen altyapıya destek veren, bazen de duyularımızı harekete geçiren deneyimler yaratabilirler; ekolojik filtrasyon yapan, doğal döngülerle yaz-kış, güneşin hareketi, mevsimlere göre değişken, renk, koku farklarıyla, gölge ışık etkileri ile, boyutları ile mekan tanımlayan, görsel ya da fiziksel ayırıcı ve sınır yaratan, ‘su’ ile ilişkilerde, su tutucu, yer yer kökleri ile doğal filtrasyon yapan, yer yer gürültü tutucu, örtücü özellikler içerebilirler.
Başta da belirttiğimiz gibi yapay ve zorunlu oluşturulmuş bir peyzaj örtüsü yerine mümkün olduğunca kent-kır arakesitinde doğal kalabilen, karakterini sürdürebilen bir örtü düşünülmüş, yoğunlukla yerel bitki kullanılmaya çalışılarak doğal örtünün alan içinde kolay uyum sağlayabilen ve gelişebilen yaşamsal süreklilik içermesine olanak sağlanmıştır.
Bir peyzaj örüntüsü oluşturan yapısal ve doğal elemanlar kendi aralarında sınır ilişkileri üreterek örtü içinde bir çeşitlilik oluştururlar: araç, yaya, hem araç hem yaya hareketinin olduğu yerler otoparklar, yürüme yolları, doğal yüzeylerle karşılaşmalar, mekansal olarak bazen görsel bazen fiziksel sınır yaratan ağaç ve bitkiler, bazen meydanlar, futbol sahaları gibi büyük boşluklar, yer yer üzerine oturup dinlenilen alçak duvarlar, bazen yanından geçilen yüksek duvarlar gibi. Bu örüntü, bazen gölge yaratan, bazen rüzgarı kesen, bazen gürültü bariyeri görevi gören, farklı kokuların eşlik ettiği pek çok deneyim ve yolculuğu barındırır.
Alanın geneline bakıldığında birbirinden hem farklılaşan hem de birbirini tamamlayan bu 3 alanın ortak bir tasarım dünyasının parçası olarak ele alınması, bu dünyanın o ortamda yer alacaklar için baskın, kendini dayatan bir belirleyici olmasından çok; arka planda kalan, hissedilerek kavranan bir parça-bütün düzenine sahip olması ve buradaki yaşantının kendini nasıl geliştirip, çoğalatabileceği; tasarım sürecinin belki de en hassas yaklaşılan konuları olmuştur.
Görünmek ve kendini göstermek üzerine odaklanan nesne-bina merkezli mimarlıktan kaçarak, daha az görünür olmak; arkasında son derece teknolojik, zengin ve güncel bilgiler barındırmasına karşı Lüleburgaz ölçeğinde mütevazi olabilen ve yerine ait olmaya çalışan bir mimarlık için çok çaba harcadığımızı söyleyebilirim.
Düşüncelerimizin proje ve mimari ürüne yansıması konusunda bize bilgi, görgü ve fikirleri ile katkıda bulunan, cesaret veren, Sayın *Emin Halebak’a teşekkür ederiz.
Boğaçhan Dündaralp, mimar, ddrlp
*Lüleburgaz Belediye Başkanı
LYFA künye
Proje Adı: Lüleburgaz Yıldızları Futbol Akademisi/LYFA
Proje Yılı: 2010
Yer: Lüleburgaz-Kırklareli
Alan Yüz Ölçümü: 79.500 m²
Kapalı alan: 6.350 m²
İşveren: Lüleburgaz Belediyesi
Tasarım Ekibi: Boğaçhan Dündaralp, Berna Dündaralp, A. Burcu Köknar, Lale Ceylan
Statik Projeler: Tektaş Mühendislik, Büro İstanbul
Mekanik Proje: Akım Mühendislik
Elektrik Proje: Vis Mühendislik
yayın sayfalarını pdf olarak okumak/indirmek için tıklayınız.