2020/02: TECHNE / Aura İstanbul 6.Dönem Çalışmaları Sergisi / Yürütücüler: Boğaçhan Dündaralp-Hakan Tüzün Şengün
Şubat 27, 2020 § Yorum bırakın
TECHNE
Yeni manzaralar aramak yerine,
yeni gözler edinin.
Marcel Proust
“Yapı, mekân ve hayat için bedenleşirken tektonik, bu oluşun özünü ifade eder. Bu fiziksellik ve madde dünyasını var eden insan bağlam, içerik, madde ve uzam ile bunu biçimlendirir, ölçülebilir kılar, zamansallık ve konum kazandırır. Mimarlık alanında tektonik, mimari bir dil ve gramerin kuruluşu bağlamında ele alınabileceği gibi neden/sonuç ilişkilerinin ötesinde, yapının poetikasına dair bir içeriğin kurucu ögesi de olabilir.” ifadesi ile yola çıkmış, dönemin temasını mimari yapının tektonik gramerine dair araştırmacı / deneysel süreçler üzerine kuran ve mimarlık edimini bu poetik varoluşu içinde ele alan bir eksen belirlemiştik.
Bu anlayışla dönemin hemen başında, özellikle yapmanın bilgisi üzerine düşünerek, İstanbul’da, sokakta, yaşamın informel detaylarının sökümü ve serimi üzerine çalıştık. Yaklaşık bir ay boyunca gündelik hayatın doğasını ve kamusal mekanda varolma biçimlerini çözümlemeye çalışarak, rutin ilişkilerin ötesine geçen bir anlama çabası içinde “seyyarların tektoniği” üzerine yoğunlaştık.
Atölye sürecinde bu bakış ile ‘mimarlık nesnesi’nden çok gündelik hayat içindeki fizikselliğin arkasındakini keşfetmeye ve bu dünyanın niteliklerini mimarlığın araçları ile anlamaya yönelen bir bakış geliştirmeye çalıştık. Özellikle kente, sokağa ve İstanbul’a yönelik araştırmayı yeni ufuklar yerine ‘yeni gözler’ keşfetmek üzerinde temellendirdik. Farklı düşünme ve ifade biçimleri oluşturarak metodolojik bir bakışın araçlarını bulmaya gayret ettik ve çoğu zaman bu yaklaşım ile konuları bu pencereden ele alarak çözümlemenin kapsamlı bir serim kurabilmesi için gayret ettik.
Bu dönemin ilk konuşmasında “çalışma alanımızı rutinin dışına çıkmak” olarak belirledik. Bizimle birlikte tüm arkadaşlarımızın yoğun ve özenli gayretleriyle yeni yolculuklara çıktık, keşfettik, ayrıştırdık, yeniden baktık, konuştuk, yaptık, düşündük ve en çok da üretim üzerine odaklanan bir atölye süreci kurmaya çalıştık. Şimdi bu sergi ile sizinle de paylaşarak dönemi tamamlıyoruz.
İyi seyirler…
TECHNE
Instead of looking for new landscapes, get new eyes.
Marcel Proust
“As structure comes into being for space and life, tectonics expresses the essence of this being. This is the human condition that creates the world of physicality and matter, shapes it with content, matter and space, makes it measurable and changes the temporality. Beyond the cause / effect, it can also be the constituent element of content on poetics.” as we set out the theme on the experimental processes of the tectonic grammar and takes the act of architecture within this poetic existence.
For about a month, we have focused on the “tectonics of peddlers” in an effort to understand the routine trying to analyze the nature of everyday life and the way they exist in public space within the informal details of life in Istanbul, on the street, at the beginning of the term, especially considering the knowledge of doing.
With this perspective the quality adjustment required for everyday life rather than the object of architecture and information about the quality in this world. We based our research on public space and streets of Istanbul for discovering new eyes instead of new horizons. We have tried to find the tools of a methodological view by choosing different ways of thinking and expression, and we have tried to design and analyze this approach.
In the first speech of this term, we determined our aim as “being out of the routine”. We have embarked on new journeys, discovered, looked again, talked, made, thought, and tried to establish a studio process focused on production, with the intensive and careful efforts of all our friends. Now we are completing the period by sharing with you with this exhibition.
Bon voyage…
2020/01: Aura İstanbul / Techne / Jüri
Şubat 19, 2020 § Yorum bırakın
AURA İstanbul’da bir dönem daha sona eriyor!
21 Ocak’ta gerçekleşen “Araştırma Tabanlı Tasarım Stüdyosu Proje Sunumları”nda, sertifika programı katılımcıları bir dönemdir üzerinde çalıştıkları projelerini jüri üyeleri ve izleyiciler ile paylaştı.
Techne temalı proje sunumlarında, ‘Kamusal Geri Dönüşüm Merkezi’nden ‘Dalyan’a, ‘Kıyı-Kent’ten ‘Gazometre’ye, ‘Valens Kemeri’nden ‘Afet Toplanma Alanları’na kadar uzanan çeşitli araştırma konuları bağlamında mimarlık, şehircilik ve tasarım alanlarında çeşitli kavram ve süreçler tartışmaya açıldı.
Değerli jüriye paylaşımları için çok teşekkür ederiz.
Proje detayları için takipte kalın.
Jüri
Cem İlhan
Devrim Çimen
Sinan Izgi
Kurtul Erkmen
Yilmaz Deger
Yürütücüler
Bogachan Dundaralp / DDRLP
Hakan Tuzun Sengun
2019/06: Eğitim Mimarisi (Boğaçhan Dündaralp/ddrlp)/ Anaokulu İşletmeciliği Eğitimi / Likya Danışmanlık
Haziran 27, 2019 § Yorum bırakın
2019/06: Bir Monografi Denemesi: Mimar Boğaçhan Dündaralp ve Başka Mimarlık Olasılıkları / Yüksek Lisans Tezi / A Monography Experiment: Which is About Architect Bogachan Dundaralp and other Architectural Possibilities / Master Thesis/ Hülya Irmak / Mardin Artuklu University
Haziran 11, 2019 § Yorum bırakın
2015/10: Mimarlığın neye muktedir olduğunu araştırmak… / Mimarlık Konuşmaları 33 / İKU-İstanbul Kültür Üniversitesi
Eylül 30, 2015 § Yorum bırakın
2012/09: TURKEY modern architectures in history /Sibel Bozdoğan, Esra Akcan/ Book
Eylül 29, 2012 § 1 Yorum
2012/06: söyleşi / çelik yapılar dergisi
Ağustos 10, 2012 § Yorum bırakın
söyleşinin tamamını .pdf formatında okumak için tıklayınız.
Bu çalışma Creative Commons Alıntı-Türetilemez 3.0 Unported Lisansı ile lisanslanmıştır.
12/2011 IABA 2011 Uluslararası Antalya Mimarlık Bienali Değerlendirme Toplantısı / Mimarlık Forumu 2/ 21-22 Aralık 2011
Aralık 8, 2011 § 1 Yorum
deneysel mimarlık işleri oturumu/ 21.11.2011
konuşma metni özeti:
(IABA 2011) Mimarlık Bienali’ne Bakanak
I
Soru (lar): Bienal nedir ve neden yapılır ?
Bazı kavramlar/araçlar yaygınlaştıkça ve zaman içinde evrildikçe yeni anlam katmanları kazanarak farklı içeriklerin taşıyıcısı/temsilleri oluverirler. İtalyanca “her bir diğer yıl “ anlamına gelen, 1895’den bu yana başta sanat olmak üzere dünyada yaygınlaşan bir organizasyon biçimi olan ‘Bienal’ler için de aynı yorum yapabilir. ‘Bienal’ler; I. ve II. Dünya savaşları sırasında modern dünyadaki sanat tartışmalarının iç dinamiklerini korumak için var olan ve uluslararası boyuta taşınan bir iletişim platformu olurken; soğuk savaşın bitimine rastlayan dönemde büyük çokkültürlü sergi olgusunun yükselmesi ile yeni bir içerik kazanmaya başlar. Müzeler, şirketlerin çalışma modellerini içselleştiren ve etkinlikleri giderek daha ticari bir hal alan sanat merkezli bu gelişim; kuramla ve politikayla uğraşan sanatın yerini küresel pazarda yer kazanmak için ticarileşen, anlam dünyasını herşeyi kapsayacak şekilde genişleten sanat için uygun bir zemin oluşturur. Zamanla uluslararası bienaller de yeni pazar arayışıyla dünyanın dört yanına saldıran iş dünyası gibi, küratörlerin pazar arayışına çıktıkları; kültürel farklılıkların kolay metalaştırıldığı en uygun ortamlara dönüşürler. Küreselleşme iddiası taşıyan şirketler de, sponsorlukları sayesinde hem bu yolda kendi meşruiyetlerine destek olurlar hem de iki tarafın da birbirlerinin markalaşmasına destek olacak kazan-kazan oyunu oynarlar. Bugün, bienallerin dünya kenti olma hevesindeki bir kentin sahip olması gereken motivasyonlardan biri haline dönüşmesi, bu anlamda şaşırtıcı olmasa gerek. Sanat, küresel piyasada yer kapabilmek için kapışan bir kentin kendini ispatlama aracına dönüşür. Uluslararası Bienaller bir başka deyişle çağımızın neoliberal politikalarının, küresel pazar içindeki hareketi içinde sanat için uygun görülen özgürlük alanını ya da sanatın görünür yüzü için gerekli ortamı temsil eder hale gelir.
Peki, bir meslek alanının kendi korunaklı dünyasının görünmeyen boyutlarının geliştirilmesi, tartışılması ve paylaşılmasının ortamı olma iddiası taşıyan ‘mimarlık bienalleri’ için de aynı durumdan bahsedebilir miyiz? Zamanın aynı etken koşulları içinde yer aldığı, aynı organizasyonel formu kullandığı ve ortak bir motivasyondan beslendiği düşünülürse; olsa olsa bu içeriği ve işlevi sanat bienalleri kadar kazanıp kazanmadığını ya da kazanıp kazanamayacağını konuşabiliriz herhalde…
Bu yıl, 12’ncisi gerçekleşecek İstanbul Bienali’ne eşlik edecek olan ve Antalya’da ilki gerçekleşecek bir Mimarlık Bienali hayata geçiyor. İstanbul, Türkiye’nin küresel pazarda nasıl kültür, sanat ve ekonomi vitrini ise; Antalya da turizmin vitrini kabul edilir. Görünen odur ki, Antalya kentinin turistik alt merkezleri için bir transfer noktasına dönüşmüş olması ve kentin-kentlinin zenginliklerinin değil, kentteki otellerinin zenginliklerine hizmet eder duruma gelmiş olması, bu nedenle de kendi kentsel dinamiklerini göstermek için yeni araçlara ihtiyaç duyması kaçınılmaz bir hal almıştır. Bu daha uzun bir yazının konusu olsa da uzatmadan sözümüzü bağlayalım: evet bir “Mimarlık Bienali” iddiası, hem de Türkiye’nin ilk mimarlık bienali organizasyonu sadece mimarlık adına yapılmış bir adım olarak algılanmamalı, okunmamamalıdır.
II
Soru (lar): “Neden bienalde iş üretiyorsun ve ne yapıyorsun ?”
Mimarlık bienali, öte yandan anonim mimarlık/yapı üretimi kültüründen ve faaliyetinden ayrı, entellektüel bir uğraş/ilgi alanı olarak, hatta belli bir gruba ithaf edilerek; kendi meslek üretimi dünyasından yalıtılarak algılandığı/algılanacağı (ve hatta bunun tercih edileceği) muhtemel bir ortamda gerçekleşiyor olsa bile; bienalin ‘varsayılan’ olarak, ne olduğu, nasıl algılandığı ve nasıl araçsallaştığı gibi anlam yüklerinden arındırılarak, potansiyel olarak ‘ne’ye/’ne’ lere aracılık edebileceği fikri; hem sınama hem de sınanma anlamında kuşkusuz çok cezbedici görünmektedir.
Hem de daha ilkinde bu kadar çok “varsayılan” üzerine yüklenmişken bu yüklerden arınmış bir ‘istisna’ ne kadar üretilebilir sorusu daha da kıymetlenmektedir. Duyular, görülür ve algılanırlığını doğrudan sokaktan alan, ortalıkta olmakla ve doğrudan temas edilebilirlikle kendi değerini kazanan bir ürün mümkün müdür gerçekten?
BAKANAK ürün metninden alıntı:
“ Şu anda BAKANAK içinde yer alıyorsunuz;
Bulunduğunuz nokta; farklı çağ ve medeniyetlerin biriktirdiği yapısal mirasın birbirleriyle bağlarının sizin gözleriniz aracılığı ile yeniden inşa edilebileği bir nokta:
M.S. 130 yılında Roma İmparatoru Hadrian’nın Antalya’ya ziyareti sebebi ile inşa edilmiş Hadrian Kapısı (Üç Kapılar); kapının iki tarafında, kapı ile aynı zamanda yapılmadığı bilinen, güneydeki Julia Sancta Kulesi olarak anılan, kuzeydekinin ise alt kısımları Antik Çağ’a ait, üst kısmının Selçuklular zamanından kaldığı bilinen, süslemesiz blok taşlardan yapılmış iki kule; kapının ardında da Helen Devri temelleri üzerine inşa edilmiş, Roma, Selçuklu, Osmanlı yaşantısının birbiri üzerine katlanarak XIX. yüzyılın sonlarına kadar gelişmiş eski Antalya… Bir diğer tarafta da yıkılmış Karakaş Camisi’nin çeşitli tarihi dönemleri simgeleyen değerlerle, yakın dönemin yapıları arasında mimari ve kentsel tasarım boyutlarında uygun bir bütünlüğünün sağlanması amacıyla 1991-2002’ ler arasında titizlikle yeniden inşa edilmiş hali…
Bakanak ise tüm bu katmanların aksında ve kesişiminde yer alan, 3 km çapında bir alanda izlerini sürebileceğiniz bu tarihsel katmanların birbirileri ile bağlarını keşfetmenizi ve ilişki kurmanızı sağlayacak bir araç:
… 1800 yılda ayağınızın altında birikmiş 2.5 m’lik toprak dolgunun olmadığını, İmparatorun arabası ile kente girişini hayal edebilir; farklı dönemlerde muntazam kesilmiş taşlarla yapılmış kapı ve kalenin taşları ile karşısındaki caminin ona tezat oluşturacak kadar farklı, onunla yarışma içine girmeden, mütevazi ve tasarruf içinde olma haline bakıp, farklı ‘zaman ve kültür’ anlayışlarını düşünebilir; ‘taş’ dediğimiz aynı malzemenin birinin şavaş ve güç ölçeğinde diğerinin insan ve dini anlayış ölçeğinde nasıl form bulduğunu anlamaya çalışabilirsiniz… Yeni bir cami olmasına karşın neden her yerde görmeye alıştığımız tarihselciliği bir kılıf gibi kullanan o Sinan kopyası betonarme camilere benzemediğini, neden caminin kubbesinin bakırla kaplanmak yerine, geleneksel kiremit ile kaplandığını, kubbenin tepesinde niye havalandırma-ışık çatı feneri olduğunu sorabilir, bunların bilgisine hemen oracıkta yanıt bulabilir, hangi iklim ve kültürde yapı yaptığını unutan bugünün imar anlayışına, kötü yapılı çevreye bilinçli bir eleştiride bulunabilirsiniz. Gözleriniz başka gözlerin göremediği kim bilir daha neler keşfedecek?
“Yeni manzaralar keşfetmek yerine yeni gözler geliştirmeliyiz.” Marcel Proust”
Mimarlık Eğitimi ve Mimarlık Mesleğine Yansımalar Paneli: 22.11.2011
boğaçhan dündaralp konuşma notları:
Mimarlık Eğitimi ve Mimarlık Mesleğine Yansımalar Paneli:
etkinlik videosu için tıklayınız. #1/4
etkinlik videosu için tıklayınız. #2/4
etkinlik videosu için tıklayınız. #3/4
etkinlik videosu için tıklayınız. #4/4
IABA Uluslararası Antalya Mimarlık Bienali Değerlendirme Toplantısı Etkinlikleri:
programı için tıklayınız.
etkinlik haberi için tıklayınız.
etkinlik sonrası haberi için tıklayınız.
Deneysel mimarlık isleri oturumu boğaçhan dündaralp konusma ozeti pdf’i için tıklayınız.
Mimarlık Eğitimi ve Mimarlık Mesleğine Yansımalar Paneli-konuşma özeti pdf’i için tıklayınız.
2011: emerging architectural practices in the informal city / dila gökalp / tez-röportaj
Ağustos 1, 2011 § 1 Yorum
Emerging Architectural Practices in the Informal City, Case Study of Istanbul
Dila Gökalp
Boğaçhan Dündaralp yanıtlar:
- Güncel mimarlık kavramları ve pratikleri içinde mimari yaklaşımınızı nerede konumlandırıyorsunuz? Ofisinizin işleri göz önüne alındığında nasıl bir üretim modeline sahip olduğunuzu düşünüyorsunuz?
Mimar olarak konumlanma halimin belirleyicisi genelde; “üretim bağlamını belirleyen tüm ilişkiler içinde ‘mimar’ olarak nerede ve nasıl konumlanmalıyım ?” sorusu olduğu için, dışarıdan bakıldığında çoğu kez üretim modelleri üzerinden kavranması zor bir pozisyona sahip olabilirim.
Konvansiyonel proje üreten stereotipik mimar profilinin üretim sınırlarının; karşı karşıya kaldığımız durumların çeşitliliği ve bu durumların özgün koşullarının açığa çıkartılması sonrasında “mesleki hizmet alanı”nı genişlettiğini düşünüyorum. Dolayısı ile sadece mimarlık alanı ile sınırlı kalmayan, farklı zaman dilimlerine ait geniş bir kavram-pratik ilişkisini tarayan alandan beslenip, düşünmek, tartışmak zorunda kalacağınız bir pozisyona doğru çekiliyorsunuz.
Bu anlamda üretimlerimiz de yapılagelen, denenmiş, sınanmış risk almayan, sonuçları daha öngörülebilir mimarlık üretimlerine göre daha çok tartışmaya kendini açan, sınanmaya, denenmeye açık, sonuçlarının yaşandıkça, tartışıldıkça görüneceği “mimarlıklar” olarak tarif edilebilir.
- Bugün içinde bulunduğumuz, çeşitli aktörlerin elinde şekillenen kent bağlamında mimarlık üretimi nasıl yapılmaktadır?
Özellikle İstanbul gibi dinamik yapılardaki çok kültürlü, hele son dönemlerdeki neoliberal politakaların katalizörlüğünde devinen kent bağlamı; mimarların henüz kendilerine atfedilen indirgenmiş mesleki rolleri dışında yeni roller üretebilme potansiyeli üreten alanlar açmış gibi görünüyor. Fakat bu alanlardan gözlemlediğimiz üretimler; İstanbul üzerinden konuşursak, yok denecek az biçimde zaman zaman ‘olay’ bazında beliren sürekliliği olmayan girişimler olarak gözlemleniyor. Bunun nedenini hem ölçek olarak çok değişken hem de birikitirilmiş bilgi ya da düzenlenmiş veriler olmadan çok hızlı dönüşen kentsel durumların; ‘mimarlar’ı verili olan duruma mahkum, onu pek de yorumlama imkanı olmadan, albenisi yüksek binalar üreten ne kadarının gerçekten mimarlık üretimi olduğu tartışılır, ‘tasarım’cı alanına sıkıştırdığını ‘pratik’ dünyaya bakarak söyleyebiliriz. Bugüne kadar içinde yer aldığımız mimarlık ortamı zaten bu “rol”ü çok sorgulama gereği de duymadı. Ancak mimarlık üretiminin bugün karşılaştığı durumlar düşünülünce; ‘yeni’ durumlara, ‘eski-bildik’ yanıtların üretilmesi ile sonuçlanan hızlı bina üretimine bakarak hem bu’ rol’ü hem de ‘yapı üretim süreçlerini’ neden yeniden sorgulamamız gerektiği daha açık görünüyor.
- Çağdaş mimari akımları da düşününce mimari söylem ve üretim pratikleri ne noktaya gelmiştir?
Mimarlık bilgi alanının ‘özerk’ bir doğasının olmaması, onun maruz kaldığı her tür alanın bilgisini kendi içinden yeniden tanımlama çabası içermesi, üretim ilişkileri ile iç içe olma zorunluluğu, bugünün enformasyon dünyasında farklı zaman kesitleri ile birlikte eş zamanlı pek çok konuyu kendi gündeminde çoğaltmış görünüyor. Bu ‘çoğaltma’, bir ‘çokluk’ sürekli bir dolaşım ağı içinde, az önce bahsettiğim nedenler ile yeni paradigmalar, taze bakışlar, ‘alternatif ’lerini arar nitelikte görünüyor…
- Günümüzün küreselleşen kent İstanbul’ un hangi koşullarda ve nasıl bir kapsama sahip mimarlığa ihtiyaç duyduğunu düşünüyorsunuz? Sizce mimarlar gelecekte nasıl bir konuma sahip olacak?
Bir taraftan üretimini özgün ‘Bağlam’ların koşulları üzerinden düşünen diğer taraftan da kentteki oluş hallerinin farklı ölçeklerdeki davranış biçimlerini biribirleriyle ilişkilerini anlamaya çalışan biri olarak; idealize edilebilecek bir ‘model’ ya da ‘yaklaşım’ın olamayacağını düşünüyorum. Öngörülebilir olamayacağı gibi sağlıklı da görmüyorum… Ancak kendi adıma söyleyebilirim ki: Bu ortamda mimarlığı; çoğalma ve çoğaltmanın sağladığı imkanlarla, ona katkıda bulunacak, öngörülerle sınırlı potansiyellerin ya da arzu uyandıracak, baştan çıkaracak tasarımların peşine düşmek, deterministik olmak yerine öngörülemez ‘istisnaların’ üreyebileceği, sınanabileceği, tetikleyici imalar içeren ortamlar; mimarı da bu ortamların katalizörü olarak görmek beni oldukça heyecanlandırıyor…
- Kentin gündelik yaşam ve üretim pratikleriyle mimarın ve mimari üretimin karşılıklı ilişkisi hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce bu iki realitenin kesiştiği alanlar var mıdır?
Biz ne kadar üretimlerimizin bu iki realitenin kesişiminden beslendiğini, ürediğini iddia edelim; bu ikisinin birbirinden bağımsız ‘oluş’lar, ‘süreç’ler olduğunu kabul etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Bu ikisinin birbirine dönük niyetleri olduğundan bahsedebiliriz; ancak bu niyetlerin kesişimi çıplak gözle görünür bir durum olmasının ötesinde zaman içinde açığa çıkan, duyumsanan, deneyimlenen şeyler…
- İstanbul’un enformel dinamiklere sahip olması bir mimar veya tasarımcı açısından nasıl bir üretim ortamı yaratmaktadır?
Kent ilişki-ilişkilenme formları üreten bir yapı. Son dönemde kentin bu yapısı biz mimarlar için yeni bir öğrenme modeli sunduğuna inanıyorum. Benim öğrencilik yıllarında aldığım modernist eğitimin deterministik ‘program’ anlayışının kent mekanında işlemediğini görmek, kentlinin kendiliğindenlik içinde farklı kullnım biçimlerini gözlemlemek, bizim ‘program’ dediğimiz şeyi sorgulamamıza imkan veriyor. Bu anlamda kent mekanı, makro ölçekte anlama çabalarından öte, ‘deneme’ ye çağıran, yeni ilişki biçimlerini açığa çıkaracak pek çok imkanı deney alanı, mikro ölçekteki hareketlerin kenti nasıl dönüştürebildiğini gösteren bir ortam sunuyor.
- Dünyada ofis modeli, söylemi veya ürettiği projeler bağlamında takip ettiğiniz gruplar hangileridir?
Ofis modeli olarak İşleyiş ve çalışma anlamında pek takip ettiğim bir ofis olmamakla birlikte, Atelier Bow-wow, Alejandro Aravena, Teddy Cruz, Urban Think Thank Architecture, Eyal Weizman, Mapoffice, Stealth Architecture, Stalker, Kazuyo Sejima, Ryue Nishizawa gibi isimlerin üretimlerini ilgiyle izliyorum…
_ röportaj metnini .pdf formatında görmek için tıklayınız.
_ tez özetini .pdf formatında görmek için tıklayınız.
2010/07: avrupa sosyal forumu / mimarlık ve sosyal aktivizm
Temmuz 31, 2011 § Yorum bırakın
Avrupa Sosyal Forumu / Mimarlık ve Sosyal Aktivizm
_ etkinlik haberi için tıklayınız/mimarlığın sosyal forumu
_ etkinlik haberi için tıklayınız/arkitera.com
2010/04: prison break / mimarlıkta rekabet / görüş-tartışma
Temmuz 30, 2011 § Yorum bırakın
Prison Break*
İstanbul; coğrafyası, topoğrafyası,büyüklüğü,yoğunluğu ve dinamik temposu ile diğer Türk kentlerinin kentleşme temposundan ayrı bir profil çizmektedir. Kent, son yüzyılda modern kentlerin karşılaştığı tüm sorunlarla yüzleşmekle kalmayıp, kendine has dinamiklerle de kendine özgü kentsel durumlar, karşılaşmalar üretmektedir. Kentin bütünsel olarak algılamayı ve ele almayı zorlaştıran bu doğası, sürekli kendi üzerine katlanan oluşumu var etmektedir. Kentin bu temposu ile birlikte kent yöneticilerinin bu kenti küresel pazara açma ve pazarlama çabasına; bu çok aktörlü ve çok katmanlı kent tartışmalarına mimarlık alanından bakıldığında, özellikle son yıllarda ilginç açılımlar yaratmaya gebe potansiyeller barındırmaktadır.
Kentsel organizmanın bu kontrolsüz devinimi içinde kavranılmaya çalışılan durumlar ve durumlara ilişkin olaylar, çevresine ayna tutan ve deneyim üretecek gözlere ihtiyaç duymaktadır. Kişisel deneyimlerimiz içinde yer alan, İstanbul’da açılan son 5 yıldaki ulusal ve uluslararası ‘yarışmalar’; bir olaylar dizisi olarak kenti, kentin aktörlerini, mimarlık ortamını ve mimarların konumlanmalarını anlamak için incelendiğinde bir indikatör işlevi görebilir.
İstanbul bağlamına konuyu taşımadan önce yarışmaların Türkiye’deki seyrine bakmak değerlendirme referanslarımız açısından önemli görünmektedir.
Türkiye’deki ‘mimarlık yarışmaları’; nitelik ve nicelik (sayı, süreç ve sonuç ürün) çerçevesinde dünyada olup biten projelendirme süreçlerindeki dönüşümlerden oldukça kopuk, farklı bir rota izlemektedir. İstatistiklere bakılırsa ; Türkiyede 2000 yılından bu yana ortalama yılda 40.000 yapı yapılmaktadır. Bu sayının 4000’i kamu yapısı ve bu 4000 yapınının 4 tanesi yarışma ile elde edilmeye çalışılmaktadır. 1930-2008 arasındaki istatistiklere bakılırsa; 78 yılda, yalnızca 16’sı uluslararası olmak üzere 710 yarışma açıldığı kayıt edilmiş görünmektedir. Bu bilgiye göre yıllık açılan yarışma ortalaması: 9.1’dir. Bir karşılaştırma yapılırsa; 2007 yılındaki resmi olmayan verilere göre Almanya’da yılda 700 yarışma yapıldığı belirtilmektedir ki; bu sayı neredeyse 78 yılda Türkiye’de açılan yarışma sayısına eşittir.
Türkiye bağlamında mimarlık ortamından bakıldığında; yukarıdaki istatistiki seyri izleyen mimarlık yarışmalarının, zamanla içine kapanan, ne mimarların ne de yarışmayı açanların sonuçlarından mutlu olduğu, yapılı çevreye veya ortamın mimarlık bilgisine katkı üretemeyen ve sürekli kendi varlığını baltalayan bir mekanizma olarak algılandığı söylenebilir.
Bu sürece dair algı; yarışmaların, yalnızca rakamlara yansıyan niceliksel bir sonuç olarak değil, tartışmaları ve sonuç ürünleri ile niteliksel olarak da kendi varoluş nedenini giderek geçersiz kıldığı bir ortam oluşturduğu yönünde gelişmektedir.
Şiddeti dönemsel değişkenlik gösteren bu durumun, cumhuriyetin başından bu yana mimarlığın ve mimarın toplumsal hayattaki tariflenemeyen rolü ile ilgili bir süreklilik içerdiğini söyleyebiliriz. Bu süreklilikte ‘yarışmalar ortamı’ mimarlığın varlık savaşı verdiği ortamlardan yalnızca biri olarak görülmelidir. Mimar’ın bu ortamdaki sorunlu varlığı ne yazık ki ortamın mimarlık alanı ile ilişkisini de sorunlu hale getirmektedir. Mimar’ın bir aktör olarak kendi varlık alanını inşa etme sürecinin bu ülkede belki de hiçbir zaman kendi sağlam zeminlerini üretemediğini söyleyebiliriz. ‘Pratik dünya’da yalnızca imza tamamlamak için aranan bir aktöre indirgenmiş bu rol; yarışmalar alanı başta olmak üzere, eğitimden başlayarak kendi çıkış yollarını yaratmada da oldukça sorunlu bir ortam oluşturmaktadır. Bu durum da ne yazık ki mimarı kendi ortamından başlayarak diğer toplumsal katmanların mimarlık alanı ile ilişkisini sorunlu hale getirmektedir. Bu sorunlu ilişkiye, mimarların durumlara duruş belirleyememe zafiyeti de eklenince, genel tablodaki bu temel problemler kolay analiz edilebilir ölçekleri aşmaktadır.
Bu tablo için bütünsel çözümler beklemeyen, ortamın gevşek zemininde hareket edebilme becerileri ve duruş geliştirmeye çalışan daha genç bir kuşağın temsilcisi gözüyle, son beş yıl içinde İstanbul’da ulusal ve uluslarası olarak açılmış bazı yarışmalardan seçkiler yaparak yazının çerçevesini açmaya çalışacağım.
Türkiye yarışmalar tarihindeki en önemli kırılmalardan birini başlatabilecek potansiyel olaylardan biri kuşkusuz 2005 yılında Türkiye’nin EUROPAN 8 organizasyonuna katılmasıydı. Europan ilk ortaya çıktığı 1980’den beri Avrupada ilgi çeken ve izlenen bir etkinlik ortamı. 2 yılda tekrarlanan bu yarışma ağının ilgi çekici yanı, Avrupa coğrafyasının somut ve yerel sorunlarını mimarlık ortamının gündemine taşıması. Europan’ın kalıcı bir merkezi, hiyerarşisinin olmaması, ülkelerde her defasında değişen ulusal komiteler kurulması, yerel yönetimlerle ve müdahale gücü olan kurumlarla işbirliği içinde, çeşitli kentlerin üzerinde çalışılmaya değer ve dönüşme potansiyeli taşıyan kritik noktalarını saptaması, saptanan alanları, yine değişken bir koordinasyon kurulu aracılığıyla Avrupa mimarlık kamuoyuna bir yarışma programı ile duyurması, 40 yaş altı mimar kesiminin 50 civarında şehrin, 100 civarında yeri ve konusuyla aynı anda karşı karşıya gelmesi ile mimarlarla şehirler ve sorunları arasında çok önemli bir iletişim modeli önermektedir.
Zeytinburnu’nda yüksek deprem riskinden ötürü kentsel ölçekte bir yenileme çalışması yapılması planlanlandığından, bu kapsamda Sümer Mahallesi özelinde, EUROPAN 8’den hem yetersiz kentsel dokunun yenilenmesini hem de mevcut sosyal çevrenin dönüşümünü olumlu etkileyecek projeler oluşturulması bekleniyordu. Bu iki açıdan çok önemli bir fırsat oluşturuyordu. İlki; Türkiye’den katılacak genç Türk mimarların kendi coğrafyasının üretim ilişkilerine sıkışmış dar alandan çıkması, farklı bir düzlemde kendini sınaması, yeni kavrayışlar ve deneyimler üretmesi. İkincisi; bir kentsel problemin ele alınışına dair mimarından yerel yönetime çok aktörlü uluslarası bir zemin oluşmasıydı. Fakat çok önemli fırsat ne yazık ki katılımcılarının deneyimleriyle sınırlı kaldı. Böyle bir fırsatı ne mimarlık ortamı değerlendirdi ne de yerel yönetimler ve müdehale gücü olan kurumlar durumu ciddiye aldı. Yarışma sürecinin de suni teneffüs ile zorla yürütüldüğünü sonradan öğrendiğimiz bu organizasyon sonrasında da bir ilk ve son oldu… Artık Türkiye bu organizasyona katılamadığı gibi durumu katılımcı olarak deneyimleyen genç mimarlar da sonraki yıllarda bu yarışmalara katılımı EUROPAN organizasyonu tarafından kabul edilmedi. 2008 yılında başka bir gelişme yaşandı. Yarışma alanlarından biri olan Zeytinburnu Sümer Mahallesi’ni “dönüştürecek” projeler ilan edilmeye başlandı. KİPTAŞ tarafından üretilmiş bu projeler, ‘Yer’e ait gerçeklikten uzak, sosyal ve kentsel içerikleri boşaltılmış ve klişelerle üretilmişlerdi. Sanki EUROPAN deneyimi yaşanmamış, oraya ait tartışılacak pek çok konu gündeme getirilmemiş gibi… Mimarlık ortamı yine ektiğini biçmiş, kendi etkinlik alanının tartışmalarını, gündelik yaşam pratiklerine taşıma boyutunda kendini meslek pratiğinin alanına sıkıştırıp kendini proje çizen adam pozisyonunda tutarak, kendi ortamının tıkanma odaklarını açacak, örnek oluşturacak bir fırsatı elinden kaçırmıştı.
Bir başka fırsat UIA 2005’in İstanbul’da yapılması ile yakalandı. Mimar, kent ve kentlinin gündemiyle, kentin sokaklarıyla ve gündelik yaşantı ile doğrudan karşılaşma fırsatı yakaladı. Sadece mimarlık kongresi aracılığı ile değil, kongrenin yapılacağı ve kente yayılacağı alana ait, hayata geçirilecek bir yarışma aracılığı ile de… Yarışma; meslek odası (mimarlar odası) tarafından açılmış ve dünya mimarlarının ve kentlinin buluşmasına olanak verecek ‘pazaryeri’ fikrinin kurgulanabileceği öngörüsü ile, taleplere göre değişken, hazırlık süresince dinamik bir yapıya dönüşebilecek bir senaryo ve bu bağlamda çözümler üreten bir düzenleme elde etmeyi amaçlamıştı. Fakat yarışma sonucu elde edilen proje uygulama fırsatı bulamadığı gibi kendi mimarlık ortamında başka bir yara açtı. Meslek odası ile kendi üyeleri arasında oluşan bu yaranın, acemilik,deneyimsizlikle ya da organizasyonel beceriksizlikle oluştuğunu söylemek, temelde duran meseleleri gözardı etmek olacaktır. Oda ve üyeleri arasında kavgalar, davalar kamuoyunda fazlası ile gündemde yer aldı. Daha sonra açılan ve mimarlar odasının boykot ettiği ulusal yarışmalardaki tavrı ile kendi üyeleri arasında gelişen ilişki kurma şekilleri bu yaranın sürekliliğindeki travmalar olarak yorumlanabilir. Bu deneyim bize, mimarlık ortamından dışa doğru yükselen ve kendi toplumsal rolü hakkındaki endişelerini dile getiren feryatların, ortamın kendi içindeki sorunlu ilişki ve iletişimden başladığına çok iyi bir örnek oluşturmaktadır.
Mimarlık ortamı bu deneyimleri yaşarken İstanbul, politik ve ekonomik iktidarlarca küresel pazarda yer kazanma adına ortama düşen yeni projelerle gündeme geliyordu. Kamu arazilerinin, özelleştirilmesi ve satışı konusunda kentte bir takım kararların uygulamaya geçirildiği bu dönemlerde; İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile Dubai Holding bünyesindeki Dubai International Properties arasında gayrimenkul yatırım ortaklığı kurulmasına ilişkin anlaşma, İstanbul’da imzalanıyordu. Bu anlaşma çerçevesinde İstanbul’un önemli ticaret aksı olarak gelişen bölgede, İETT arazisi olarak bilinen alan üzerinde Dubai Towers olarak bilinen bir projenin bu alanda yapılması kentin gündemine düşmüştü (2005). Sivil toplum örgütlerinin, meslek odalarının açtığı davalar,televizyonda kulelerin mimarisi,trafik yükü gibi tartışmaları ile konu uzun zaman kamuoyunu meşgul etmiş, bu alanda düşünülen yatırımı askıya almıştı.
Bu süreç; politik ve ekonomik iktidarlar için ‘İstanbul’da göz önünde kamu arazilerinde hele uluslarası yatırımlarla birşey yapmanın nasıl sonuçlar vereceği açısından çok öğretici olmuştur. Hem uluslararası yatırımcıyı korkutmamak hem de ortamın çok aktörlü, yıpratıcı süreçlerinde yeni stratejiler üretmeleri için bir deney alanı oluşturmuştur. Aynı dersi meslek odasının kamu arazilerini takip edip, bir dizi dava açması dışında mimarlık ortamı nasıl çalışmıştır? Bu büyük bir soru işaretidir. Mimarlar ve ortamı hala meseleyi kendisine söz ve fırsat verilmesini bekleyen, kulubedeki oyuncu gibi beklemeyi sürdürmüştür ve sürdürmektedir.
Bu gündemleri takiben İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile ilişkisinin kavranamadığı, içinde kimi kaynaklara göre 500 mimar, mühendis ve akademisyenin görev yaptığı (resmi olarak BİMTAŞ Boğaziçi İnşaat Müşavirlik A.Ş. bünyesinde görünen) İstanbul Metropoliten Planlama (İMP) kurumunun 2006 ve 2007’de açtığı, boykot edilen ve çok tartışılan biri ulusal ve diğeri uluslarası iki yarışmayı İEET arazisi ile tartşmaları görünür olan bir stratejinin parçası sayabiliriz.
Hangi yetki ve kanallarla işlerin aktarıldığı belli olmayan ancak İstanbul’a ait planlama kararlarının üretildiği bir merkez olan IMP; bazen bir belediye şirketi gibi, bazen de özerk bir yapı gibi davranarak, uzlaşılmış bir sessizlik içinde kendini meşrulaştırmış, varlığı sorgulanmaz bir ayrıcalıkla çalışmalarını sürdüren bir kurumdur.
2006’da IMP tarafından davetli uluslarası yarışma şeklinde açılan Kartal – Küçükçekmece Kentsel Dönüşüm Projesi yarışması, İstanbul’un küresel pazardaki konumu için bir başka stratejik adımdı. Türkiye’nin uluslararası yarışmalar tarihi içinde son 10 yılda açılan ve sonuçsuz kalan Gelibolu ve İzmir kentsel tasarım yarışmalarının ardından ülkenin uluslararası kredi notunu yükseltmek için de bir başka çaba olarak görülüyordu. Kartal Maltepe Kentsel Dönüşümü projesi için Zaha Hadid, Massimiliano Fuksas ve Kisho Kurokawa; Küçükçekmece Projesi için de Kengo Kuma, Winny Maas ve Ken Yeang davet edildi. Sonrasında Türk mimarların süreçte var olup daha sonra devre dışı kalmaları, aktörler ve süreç tartışmalarının, sonuçların ‘kent, mimarlık ve kentsel dinamikler çerçevesinde okunmasının önüne’ geçtiği yoğun bir tartışma gündemi oluşturdu. Oysa tartışma gündemini yaratacak ortam, yarışmayı bir nevi iş alma süreçleri ve yarışma sürecindeki aktörlerin ilişkilerine indirgemek yerine tartışma gündemini kentsel bağlamlar çerçevesinde kentin gelişme dinamikleri içinden de üretebilseydi ‘İstanbul’ ölçeğinde daha önce tartışılmamış yeni bir deneyimi üretebilirdi. Bu deneyim üretimi ve tartışma biçimi, kentin farklı bağlamlarında yeni tartışmalara model üretebilir ve konunun yarışma kapsamında sıkışıp kalmasını önleyebilirdi. Belki de o zaman mimarlar kendilerine fırsat verilmeyi beklemek yerine kendi fırsatlarını başka bağlamlarda yaratabilecekleri bir zemine kendilerini taşıyabilirlerdi. Bu yarışmayı sansasyon ve reklam olarak gören başka genç kuşakların aksine okumalarının deneyim hanemize katacak hala çok şeyi olacağını düşünüyorum. Konuyu her ne kadar küresel pazar içindeki kentsel stratejilerin bir parçası olarak okusak da; yaşanan bu deneyimleri bir cevap hakkı olarak farklı biçimlerde ve bağlamlarda üretmenin bir aracı olarak kullanmak mümkün olabilirdi… Tıpkı yine IMP’nin 2007 ylında açtığı ve mimarlar odası tarafından “kamu alanlarının oranını azaltarak, yapılaşma yoğunluğunu arttırdığı… “ gerekçesiyle boykot ettiği ‘Maltepe Bölge Parkı Fikir Projesi’ yarışması için de yapılabileceği gibi… Mimarlar odası, yarışmayı boykot etme ve hukuki yollara başvurma dışında o bölgenin yaşadığı duruma mimarlık ortamı içinden yanıtlar üretilebilecek uygun koşulların oluşturulması ve konu için alternatif çalışmaların üretibileceği bir zemine konuyu taşıyabilmeliydi.
Bu süreçlere ait tartışmaların giderek konuyu, kent kararlarını yarışmalar yoluyla meşrulaştırmaya çalışan politik ve ekonomik iktidarlarına karşı hukuki bir mücadeleye ya da bu süreçlerde rol alamadığı için hırçınlaşan mimarların konuyu süreç tartışmalarına indirgediğini gözlemledik.
İstanbul’un önemli kentsel noktalarından birinde yer alan Zincirlikuyu Karayolları Arazisi tıpkı İEET arazisi gibi kamu arazilerinin özelleştirimesi yoluyla satıldı. Bu sefer yabancı bir yatırımcı değil, yerli bir holding, ‘Zorlu Grubu’ ihaleyi kazandı. İEET arazisindeki durumdan dili yanan ve süreç içinde ulusal ve uluslarası düzeyde yarışma süreçlerinden çok şey öğrenen yerel yönetim, politik ve ekonomik iktidarlar, ortamı velveleye vermeden, kamuoyunda büyük tartışmalara yol açmadan bir ulusal-uluslararası ortaklı bir yarışmayı sonuçlandırmanın bir yolunu buldular. ZORLU CENTER Mimarlık ve Kentsel Tasarım Yarışması (2007) olarak açılan yarışmada ne değişmişti ? Medyada ve mimarlık ortamında neden öncekiler gibi gürültü patırtı çıkmamıştı ? Oysa temelde hiçbirşey değişmemişti ve tartışma odakları aynıydı. Konu yine kentin önemli noktalarından birinde yer alan bir kamu arazisinin özelleştirilmesi idi. Yarışma programının kamusallığı, kentle ilişkisi gibi pek çok konu öncekilerde olduğu gibi tartışma gündemi olabilecek iken olmamıştı. Çünkü; önceki süreçlerde daraltılan tartışma çerçevesine şöyle yanıt üretilmişti: Özelleştirme sonrası yarışma yapıldığı için, meslek odaları ve uluslararası yarışma standartlarından çıkıp bir işi ihale etme yöntemine dönüştürüldü. Sınırlı yarışma yerine herkese açık bir ihale yöntemi kullanıldı. Buna karşın katılımcılarda yüksek standartlarda koşullar arandı. Böylece katılımı zorlaştırıp Türk mimarların büyük çoğunluğunu uluslararası ortaklığa iterek ‘iş verme mekanizması’ biraz şeffaflaştırıldı. Büyük rakamlara satıldığı için ve rant beklentileri içinde satın alan kurumun yapmayı düşündüğü yapının yoğunluğu ve programı bu gündemde sorgulanmadan meşrulaştı. Sonrasında iki Türk mimarın projesi seçilerek birlikte bir konsorsiyum oluşturmaları istendi. Ve tüm bu sureç kamuoyu haberdar edilerek ilerletildi. Böylece mimarlarımızın istedikleri gibi kulubeden çıkma istekleri yerine geldi mi bilmem ama bizler ne yazık ki mimarlık ortamının da katılımcı mimarların da bu koşullara teslim olduğu bir süreci yeniden gözlemledik. Bu noktada, sorumuzu, ‘ne değişmemişti?’ olarak tekrar yinelersek: Elde edilen projelerin kent, kentsel ve kamusal durumlar açısından pozisyonları, yoğunluğu, programları, mimarın pozisyonel olarak kendi tarif ettiği kulubedeki çaresizliği vb.gibi konuların temelde değişmediğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Burada anlatılan örnekler üzerinden konuşursak; neden bu temel durumlar üzerinden hiç konuşulmamış ve tartışılmamıştır? Mimarlık ortamının ve mimarların terk ettiği bu alanları kim dolduracaktır? Bu süreçlerden neler öğrenilmiştir ? Mimarlığa ve kente bu kavga dövüşte yaşanan deneyimlerden ne kalmaktadır ? mimarlar ve mimarlık ortamı bu fırsatları nasıl değerlendirmişti r? Sonuçta görünen odur ki; mimarlık üretimini bina üretimine indirgeyen, mimarı da proje çizen adam olarak gören ortam için pek birşey değişmemiştir. Oysa tüm bu süreçler bir fırsat olarak görülebilirdi. Türkiye’de sorunlu olarak duran mimarlık; kendini iyileştirmek için hijyenik koşulları aramak yerine, kendi kaderini belirleyecek otopsileri bu süreçte yapabilir, kendi dışındaki oluşumlarla ve aktörlerle beraber ortama kendi katkısını üretebilirdi. Mimarlık bu ortamda başka nasıl bir döngüyle kendisini geliştirecektir ? sorusunu burada sormak gerekmektedir.
Mimarlar ve mimarlık ortamı; kendi etkinlik ve bilgi alanı içinden üreteceği görüş ve alternatif duruşları kendi araçları ile oluşturamadığı ve diğer aktörlerle iletişim kuracak iletişim zeminlerini araştırmadığı için de hayıflandığı o kulübede oturmaya hep devam edecek gibi görünmektedir.
Mimarlar, mimarlık bilgi alanının taradığı geniş kültürel alan içinden varlıklarını farklı şekillerde üretmek yerine, bu alanın belli yerlerine öbeklerenerek ve sıkışarak kendilerini profesyonel alanın dünyasına kapatmakta ve bütün çözümlerini buradan aramaktadırlar. Mimarlar, mimarlık bilgi alanında terk ettiği bu alanların, kendi çevrelerinde, kendi elleriyle oluşturdukları büyük duvarlar ve sınırlar haline dönüştüğünü fark etmemeleri ya da fark edenlerin çaresizce teslim olmaları, kabullenmeleri de başka bir muammadır. Kabullenme ve teslimiyet unutmayı, farkındalık eksikliğini ve kuşaklarası hafıza kaybını tetiklemekte, her kuşak kendi özgürlüklerini değil, bu duvarların ağırlıklarını miras almaya zorlanmaktadır.
Öyle görülüyor ki; Türiye’de mimarlar, kendini profesyonel üretim alanına sıkıştırıp, eğitimden üretime tüm varlıklarını bu alanın içinden gerçekleştirmeye çalıştıkları sürece şikayet ettikleri sorunlu ilişkileri sürdürmeye devam edecek ve olagelen tekrar tekrar üretilmeye devam edecektir.
Boğaçhan Dündaralp /mimar, ddrlp
*her mimarın içine doğduğu ataları tarafından inşa edilmiş mimarlık hapishanesinden kaçma fırsatları…
_ medya içeriği ve metin görsellerini .pdf formatında görmek için tıklayınız.
“Prison Break” metni is licensed under a Creative Commons Attribution-NoDerivs 3.0 Unported License.
2009: müzik ve mimarlığın kompozisyon bağlamında incelenmesi / hakan deniz özdemir / tez-röportaj
Temmuz 30, 2011 § Yorum bırakın
2006/04: oda projesi / “radyo içinde radyo, 101.7 fm” / açık radyo 94.9
Temmuz 22, 2011 § Yorum bırakın
2006/09: ev: bir yerleşme müzakeresi / sergi
Temmuz 22, 2011 § 3 Yorum
yer : Bilsar – Tünel
tarih : 1 ekim 2006 – 31 ekim 2006
sergi yapımcıları : hakan tüzün şengün, pelin tan, mert eyiler
editörler : bogaçhan dündaralp, şevin yıldız
tasarım : hakan tüzün şengün
Katılımcılar
Zeplin, Kerem Yazgan, Mono, Teğet Mimarlık, Mert Eyiler,Bogaçhan Dündaralp, Hakan Tüzün Şengün, Kerem Erginoğlu-Hasan Çalışlar, Hüseyin Kahvecioğlu, Nurbin Paker, Arzu Erdem, Murat Çetin, Gülbeniz Öztuğ, Eylem Erdinç, Levent Şentürk, Modülar Grup, Tülin Hadi-Cem İlhan,Deniz Güner, Nilüfer Talu, Özgür Bingöl, Emre Savga, İlke Barka, Çağlayan Çağbayır, Funda Uz Sönmez, Mert Kayasü, Arda İnceoğlu, İpek Yürekli, Meltem Aksoy, Birge Yıldırım
Sergi yapımcıları: Mert Eyiler, Pelin Tan, Hakan T. Şengün
Sergi Editörleri: Şevin Yıldız, Boğaçhan Dündaralp
Sergi Asistanları: Atakan Türkoğlu, Altan Sinan Cebecigil
Teşekkür: Bilsar A.Ş. (mekan sponsoru), ORA Reklam Hizmetleri A.Ş, Süha Bilal,Vasıf Kortun, Banu Cennetoğlu, Kemal Aydınlı
EV: Bir yerleşme müzakeresi mimarlık sergisi:
Ne ?
Bir kuşağın kendi dertlerini; üretimleri, süreçleri üzerinden paylaşma ve tekrar üretme zemini için biraraya gelişi, getirilişi…
Farklı duruş ve üretimleri olan dördü mimar biri sosyolog 5 kişilik bir grubun kendi biraradalıklarını çoğaltma girişimi…
Bitmiş ürünlerin değil, süreçlerin, ürün temsiliyetlerinin değil, fikir ve araçların masaya yatırıldığı bir birliktelik …
Yaşayan, birliktelikten gücünü alarak kendini zenginleştiren, atölyeler, tartşmalar ve ürünlerin zenginleştirilmesi ile sürekli çoğalan bir üretim…
Sıfır bütçe ile bienal hurdalığından toplananların bir şantiye mekana yerleştirilmesi…Ve süreç artıklarının, mekanla yarattığı o ortak atmosfer…
Tamamlanmaya açık, üretimi zamanla sınırlı, kendine yeni mecralar arayacak bir mimarlık buluşması… Yalnızca ürünleri değil, bizleri de müzakere masasına yatıran bir ortam…
Nasıl ?
Kimi davet edildi, kimi de açık çağrı üzerinden ortama katıldı…
Kimileri masasındaki işleri getirdi, kimileri bohçalarındaki işleri çıkardı…
Kimileri de işleri yerine insanları biraraya getirdi, atölye ortamından iş üretti…İçlerinde mimarlık öğrencileri de vardı, başka disiplinlerden gençler de…
Katılımcılar yalnızca ürettikleri ile varolmadılar, mekanda yüz yüze geldiler, işlerini anlattılar, açığa çıkanları tartıştılar… sergi başladığında biraraya geldiler, birbirini anlamaya çalıştılar, sergi süresince ürünlerine ekler de yaptılar… Sonra bir kez daha biraraya geldiler, tartismalarini daha da derinleştirmek için… bir sonuç, ortak bir söz aramadan…
Neler mi konuştular ?
Önce;
Kimler? Hangi işlerle? Neyi müzakere ediyor?
Modulor Grubu
( OGÜ* mimarlık bölümü – Levent Şentürk’ün yürütücülüğünü yaptığı proje grubu )
Grup, Le Corbusier’in ‘yeni dünya’ için evrensel bir ölçüm sistemi olarak sunduğu ve güncelliği hala sorgulanmayan ‘modulor’i müzakere masasına yatırıyor. Bunu Corbu’nun en onemli modulor uygulamalarindan kabul edilen Marsilya’daki Unité de Habitation uygulaması üzerinden üretilen farklı ölçekteki maketler ve filmler üzerinden anlamaya çalışıyorlar ve ‘modulorik’ bir dünyanın problerine yakınlaşmayı hedefliyorlar… Yaptıları atölye çalışmasından bir yıl sonra da, proje grubu üyeleri birer dubleks katını alarak projeleştiriyorlar ve 1/50 ölçekli Unité de Habitation maketi üzerinde yaptıkları müdehaleleri hazırladiklari filmler ile bu sorgulama sürecini ürünleştirerek ortama katılıyorlar… Grup, müdehalelerin kendisinden çok, sorguladığı konu, geliştirilen çalışma yöntemi ve süreç ürünleri ile bakış açılarını zenginleştirecek bir araştırma yöntemi sunuyor.
Mono – Hayriye Sözen
Ev_in halleri üzerinden ‘iç’_e sonra da kendi ‘iç’ _ine bakan Hayriye Sözen’nin çalışması basit algılanabilir bir dünyanın ardında, göründüğünden daha derinlikli ve çetrefil bir yüzleşme alanına kendini sokuyor. Ev’in insan ruhunun bir çözümleme aracına dönüştüğü ve mimarın dışarıdaki içeriyi eşeleyen gerçekleştirme arzusu ile yüzleştiği halleri sorguluyor . İç-eri girmek için de bize bir kapı aralıyor; Gündelik yaşamda karşılaştığımız çok tanıdık fotoğraflar ve duygular eşliğinde… Jung, Bachelard, Kahn metinlerinin satır aralarından…
Mert Kayasu
Mert Kayasu, coğrafya ve iklimin geleneksel dünyanın araçları ile zaman içinde biçimlendirdiği, yapay bir topoğrafyaya dönüştürdüğü, genişleyemen sıkı bir dokuya, Mardin gibi bir kente yerleşme-yerleş-tirme müzakeresinde bulunuyor. 3 boyutlu bir dünyanın iki boyutlu temsiliyetleri üzerinden…Önerdiği melez dolgu önerisi, o topografyanın gücü karşısında ancak ‘Mimemis’ yoluyla varolabilineceğini savunuyor. Bu durum da ‘teslimiyet’in kaçınılmazlığı üzerine bir kez daha düşünmemiz için bir fırsat sunuyor bence…
TeCe Mimarlık – Cem ilhan-Tülin Hadi
Zeytinburnu ölçeğinde için sunulan bir kentsel tasarım önerisi olan ve deprem tehlikesi ile yüz yüze kalan sağlıksız yapılaşma yerine önerilen konut ağırlıklı yeni yapılaşma önerisi…
Öneri, mimar ve karşı karşıya kaldığı ölçek düşünüldüğünde strateji kurma müzakeresi olarak algılanabilir. Çünkü mimarın alışkın olduğu çoğaltma yöntemlerinin iflas edeceği bir kent parçası… Hele hele bu çoğaltma bir sosyal çeşitlilik içerecekse…
Mixed 21 proje onerisi komşuluk-park-istasyon ilişkilerini pozisyonel olarak yorumlayan ve farklı mimarlar tarafından genel prensiplerini bozmadan tasarlayacakları bir deneysel kent modeli öneriyor… Bu anlamda da öneri, zeytinburnunu müzakere etmekten çok, sistem olarak mimarların kendi yöntemlerini müzakereye taşıdıkları bir öneriye dönüşüyor. Yani kaçınılmaz yüzleşeceğimiz şeyle…
Çağlayan Çağbayır
Çağlayan Çağbayır, üretimin rasyonalizasyonu ve tüketicinin biricikliği arasındaki sarkaçta her ikisini de oldurmaya çalışan geç kapitalist konut üretimindeki beklentinin açtığı yarıkları kapatmanın beyhudeliğini vurgularken, onu aşmanın yolunun da apaçık göstermek olduğunu vurgulayan ve birbirini tamamlayan iki ürün sunar. ‘Stack me’ çoğaltmanın ve biraraya getirmenin kaçınılmaz sonucu üzerinde dururken, Fiba GYO için hazırlanan Fibaline Konutları satış ofisi, istiflenenin bireysel cazibeyiti ile tüketicinin biricikliği arasındaki ilişkiyi bize yeniden gösterir. Burada işaret edilen belki de en önemli nokta, istiflenenin teşhiri olan satış ofisleri aracalığı ile bu sefer öznedeki yarığın ‘öznenin kimlik inşası’ yoluyla nasıl dikildiği…
Zeplin- ‘ev’ imin kenarı
Üç mimarın ortak çalışma platformu olan Zeplin, kentin konut dokusu içinde kalan, özel alan ile kamusal alan arasına sıkışmış arka bahçe, çatı, apartman boşluğu, balkon… gibi boşlukların ve mekanların, tekrar gündelik yaşama katılma yollarını araştırıyor. Tesadüfen oluşan yarı-kamusal bir araya gelişlerin mekanı olmalarından öte, bu alanların, tasarlanması ya da düzenlenmesini amaçlamadan olabilirlikleri açığa çıkarmaya çalışıyorlar. Kent mekanları ile yaptıkları bu müzakereyi; ‘sen de arka bahçeni kullan !’ blog sitesi ile de internette katılımlara ve paylaşımlara açarak, olabilirlikleri arttırmayı hedefliyorlar… Çalışma maketleri ve modelleri üzerinden yaptıkları bu çalışmalar, mimarın kendi araçlarını yalnızca bir şeyi tasarlamak için değil, belli durumları açığa çıkarmak için de nasıl kullanabileceğine iyi bir örnek oluşturuyor.
Boğaçhan Dündaralp -urban nomads/ kent göçebeleri
Metropol ve onun açığa çıkardığı potansiyellerin, mimarın kendi araçları ile yeni olanaklar ve olasılıklar üretme zemini olup olamayacağını araştıran Boğaçhan, Zeplin gibi kentin zaman içinde biriktirerek ürettiği kentsel kullanımı sınırlı kentsel boşluklara yöneliyor. Bir taraftan boşlukların kentin zemin örgütlenmesine dayalı 2 boyutlu mülkiyet düzeni kavrayışı içinde gözardı edilen 3.boyuttaki olanakların içinden düşünürken diğer taraftan kentsel rant ilişkileri içindeki yerini de göz ardı etmemeye çalışır. Ve reklam panoları gibi boşlukları ticari döngüye sokan durumu hazır kullanılabilir bir veriye dönüştürerek, metropol içinde karşılığı olmayan ancak talebi kaçınılmaz, kentsel bir barınma biçimi için bir kaynak olarak kullanıyor. Müzakeresini kent mekanı ve kent insanının yeni barınma halleri üzerine kuruyor.
Hakan Tüzün Şengün
Müzakeresini, zemin üzerinden kuran Hakan T. Şengün, barınmanın ötesinde yaşam ve çalışma düzeni içindeki bireyin, tıpkı Fontana’nın tablosundaki yırtık gibi zihinsel ve mekansal yarılmanın eşiğindeki mevcudiyetini, tasarladığı proje üzerinden yeniden yorumluyor. Yapı, dışardan zemine eklenen bir durum olmaktan çıkıp, zeminin yırtılması ve yaşamın iç-dış ilişkileri içinde serbestçe akmasına izin vererek, yaşam ve çalışmanın kendi mekansal atmosferlerinin iç içe aynı ortamda varolabilmesine olanak tanıyacak bir zemin müdehalesine dönüşüyor… Şengün, yorumu ile İnsan-yaşam-zemin arasındaki ilişkinin bağlamını, ‘yer’den kopartarak bu ilişkiyi daha da vurguluyor…’Bağlam’ı ve ‘yer’i bahane ederek meşru zemin arayan yapıların aksine…
Hüseyin Kahvecioğlu-Nurbin Peker Kahvecioğlu-Erzu Erdem / workshop
Grup, Ev’in metropol hayatı içindeki çözülüşü ve dönüşümünü atölye çalışmaları ile müzakere ediyorlar. Çalışmaları, büyük aile evinin öğelerinin zaman içinde kente yayılması, kent tarafından karşılanan profesyonel hizmetlere dönüşmesi ve giderek ev’ in kişisel yaşamın belleği ve müzesi olarak, metropol yaşamında edinilen yer’in simgesine dönüşmesi haline odaklanıyor… ideogramlarla her katılımcının kendi deneyimlerini aktardığı bu çalışma; evin, bireyin tarihselliği içinde, metropole direnme ve ona teslim olma hallerimize yeniden bakmak için bir fırsat yaratabilir mi ?
Teğet Mimarlık
Teğet, Antalya’da gerçekleştirdikleri bir site’nin resmi kayıtlarından, tasarım eskizlerine, yapım fotoğraflarından, yayınlandığı dergilere, maketine kadar bir yazlık konut grubunun hayata açılmadan önceki belleğine dair kayıtları biraraya getirerek bizi tasarım ve yapım süreçleri ile kendi müzakerelerine davet ediyorlar… Ayrıca belirtmek lazım ki üretilen işin belleğini sergileme yöntemleri bu müzakereyi yalnızca tasarım ve yapım süreçleri ile sınırlı tutmadıklarının ipuçlarını da hisettiriyor.
Erginoğlu&Çalışlar
Tek ev, maket ve çizim eskizleri…Mimarın konvansiyonel düşünme araçları…Ne kadar yeni arayışlarla, güncel koşullarla üretmeye çalışsak da sanırım yettiği sürece varlığı ve yeterliliği sorgulanmayacak…Erginoğlu&Çalışlar, tasarım süreci tamamlanmamış bir iş’ten kesit sunuyor…
Müzakereyi onlarla değil, iş’le yapalım diye…
Mert Eyiler
Mert Eyiler, müzakeresini bildiğimiz, aşina olduğumuz bir mevcut yapı ile yapıyor…Dert edindiği konu da ‘ışık’… Evsahipleri, toplantılar, teknik konular, ustalar…hepsini aynı derdin ortaklığında biraraya getiriyor…yeni durum da döşeme ve duvarlar deliniyor…ışıkla kurulacak yeni yaşam için.. Bizi de o sürece davet ediyor…boşlukları bağlayacak 1/1 merdiven detayı, çalışma maketleri, notlar, çizimler ve toplantı tutanakları ile…
Kerem Yazgan-Knauf Evi
Tek ev üzerinden, müzakeresini ‘program’ a odaklayan Kerem Yazgan, ev’e ait yaşam birimlerini bağımsızlaştırarak tekrar biraraya getiriyor. Program ve tipoloji ara kesitinde duran bu arayış, daha büyük ölçekli ve öznelerden bağımsız üretilen daha kamusal yapıların ‘generic’ üretim dilini özne bağımlı ve daha küçük ölçekteki ‘ev’e uyarlamaya yönelik bir çalışma… Bu noktadan özneyi de, programı da, kurguyu da artık sorgulayabiliriz… Sipariş üzerine mimarın ürettiği Knauf evi üzerinden üzerinden konuşmak da bu sorgulama halinin beraberinde pek çok konuyu daha tartışmaya açabilir …
Eylem Erdinç
Her seferinde yeniden ele alınan ve üretilen ‘EV’ in ‘yeni’ olma hali ile müzakere eden kavramsal bir maket sunar Eylem Erdinç. Yeni olma halinin birer yanılsama olduğunu iddia eder. Tek bir imgenin, farklı koşullarda ürettiği gölgeler gibi…Gölgeler değişse bile onu vareden değişmez… Ancak bir diğer taraftan da biliriz ki gölgelerdir tüm varlığı ifade eden…
Özgür Bingöl, İlke Barka, Emre Savga
Mimarın işinin ‘ev’ ile değil ‘konut’ ile olduğunu savunarak, ‘ev’ meselesine ressam, grafiker, mimar gibi farklı disiplinlerden genç kuşağı biraraya getirerek bir workshop çalışması ile bakan grup, müzakereyi ‘ev’ kavramının farklı perspektifleri üzerinden kuruyor… Buradan da ‘Ev’ ile ‘mimar’ arasındaki ilişkiyi sorgulamaya açıyorlar ?
Deniz Güner, Nilüfer Talu
Modern dünyanın nesnesi olarak konut ile özneye ait bir yer kurma pratiği olan ‘Ev’i birbirinden ayıran, Deniz Güner ve Nilüfer Talu, mimar tarafından üretilen evden çok, sokaktaki insan tarafından dönüştürülen, kurulan bir yerleşme halini referans alırlar. Konut anlayışını dış kabuğundan ayırarak kente yayarlar ve bunu bir imkan olarak sunarlar…Eğer konut, kamusal alanda çözülür ve dağılırsa, kamusal alanda tıpkı evsizlerin yaptığı gibi yeni ev olanaklarını doğuracak ve modern dünya için yeni bir ev konsepti ‘imkanı’ doğurabilecektir…
Arda inceoğlu, İpek yürekli, Meltem Aksoy – workshop
Farklı zaman dilimlerinde, farklı yerlerde, farklı mimarlar tarafından üretilmiş, farklı konutların, farklı mimarlık öğrencileri tarafından ortak bir matriste yorumlanarak bir araya getiren atölye çalışması, bir duvar boyunca kolay izlenebilir bir çoklu okuma sunar…ev yaşantısından,iklim ilişkilerine ,çevre –kent ilişkilerinden, yapım, malzeme konstrüksiyon okumalarına kadar yana yana gelen ürünler, ortak olmayanların ortaklıklarını sergilerken, tartışmaya değer, konuşmaya değer pekçok durumu konuşulabilir kılar… Diğer ürünlerin aksine bu biraraya geliş, sergi mekanındaki konumuyla da, içeriği ile de farklılaşarak, kendini çoğaltarak, bireyselliklerden sıyrılır…
Açığa çıkanlar ?
Sanırım açığa çıkan en önemli durum, her biri farklı konum, duruş ve düşünceye sahip mimarların, birbirini ikna etmek zorunda kalmadan, ve bir sonuca varmayı hedeflemeden, ya da kendilerini birilerine beğendirmek zorunda kalmadan, bir araya gelebildiği, fikirlerini ve dünyalarını birbirine açabilecekleri ve yan yana durabilecekleri bir ortamın oluşabildiğini görmemiz olsa gerek….Monologlara mahkum kalmayan, biri biriyle alışverişlerini yalnızca söz, dil üzerinden yapmayan, üzerimizdeki hareketsizlik ataletlerini sarsan, potansiyelleri heyecan uyandıran, çıplak bir bir araya geliş bu…
Bunun bir de başlangıç olduğunu düşünelim…
Boğaçhan Dündaralp – Sergi editörü 27.09.06
_ “ev: bir yerleşme müzakeresi” blog’ una gitmek için tıklayınız.
_ “arkitera.com” haberi için tıklayınız.
_ “arkitera/forum” da ilgili başlık ve fotoğraflar için tıklayınız.
2006/01: mimarlıkta genç olma durumu üzerinden / tartışma
Temmuz 21, 2011 § Yorum bırakın
Mimarlıkta Genç Olma Durumu Üzerinden…
Boğaçhan Dündaralp
Genç olma durumu, koşullara, birikime ve geleceğe dair belirsizliklerin yarattığı kafa karışıklığı içinden, üretim kaygılarının bir yakıta dönüştüğü, taze zihni sürekli geliştirmek için uygun ortamın arandığı, çevrede olup bitenlerin anlaşılmaya çalışıldığı, bir yaşam kesiti. Bu kesit, ürettikçe şablonlarla kalıplarla düşünmeye ve üretmeye başlanıldığı, yakıtın salt deneyime (artık üretirken düşünmeye gerek kalmadan reflekslerle üretme aracı olarak) dönüştüğü dönemin öncesine tekabül eder. Her alanda bu durum farklı bir zaman kesiti yaratır.
Bu anlamda genç olma kavramı, insanın kendini kurma süreci ile eğitimini aldığı disiplinin zaman içinde yoğrulup onunla bir bütün olduğu ‘süreç’in içinden konuşulabilir.
Gençleri de kavrayış refleksleri fazla, taze fikirlere sahip, ama deneyimleri az, deneyim imkanları kısıtlı, her tür bilgiyi emebilecek bir sünger gibi davranan kendini yetiştirmeye aç, biraz da dengesiz canlılar olarak görmek lazım. Türkiye’de de derinlikten ve birikimden, güncel taze fikirleri doğuran ortamlardan yoksun, işin ciddiyetinin göz boyamaktan ve yapmaktan ibaret olduğu, birşeyin diğerine göre değerinin ölçülemediği bir çevrede, bu süngerler (gençler) kuru kalmaya, suyu başka yerlerde aramaya mahkum bırakılıyorlar.
Bugünün gençleri, aslında suçlandıkları gibi ilgisiz ve meraksız değiller, sadece doğaları gereği nasıl davranacaklarsa öyle davranıyorlar.
Taze zihinler hangi yaş grubunda olursa olsun, çağın dönüştürdüğü kavrayış yapıları ile paralel hareket edemediğinde ve oluşan bu deneyimler, akacak bir dil bulamadığında kuşaklar birbirini anlamamaya başlıyor. Artık anlamaya da çalışmıyor. Biri diğeri için varlığı yoksayılmayan, ama bir katkısının da olmasının beklenmediği bir durum yaratıyor. Mimarlık için konuşursak, artık etkinlikler de kimsenin kimseye karışmadığı, bulaşmadığı sessizce dağılınan toplantılara dönüşüyor. Yoksa söylenmiyor oluşları, söylenecek sözlerin olmadığını göstermiyor.
Hepimiz kabul ya da red etsek de bir kuşak sürekliliğinin parçasıyız. Her kuşak, ayrı dünyalara sahip olsa da ortak bir zemin üzerinde ve ortak bir ortamın parçalarını oluştururlar. Bu da sürekliliğin nasıl kavranacağı sorusunu önemli kılmaktadır.
Bu süreklilik, her kuşağın kendi üzerindeki bilgiyi aktaracak, kuşaklar arası aktarım dilini, yine kendisi üzerinden yaratması ve yeniden kurması ile ancak söz konusu olabilecek birşey gibi görünmektedir. Bu yüzden önceki kuşakları anlamak kadar kendinden sonraki kuşakları anlamak ve o dili kendin üzerinden yaratmak çok önemli görünmektedir. Böylece birbirinin duruş ve konumları üzerinden oluşan ortam, bilgi akışlarını ve tartışma alanlarını doğuracak bir zemini hazırlar. Ortamın birbirini beslemesi ve üretken kılması bu sürekliliğin kurulması ile çok bağlantılı bir konu haline gelmektedir. Bu sürekliliğin kurulması farklı duruşlara sahip yeni bireyleri doğuracaktır. Artık bu hareket tek yönlü yani eski kuşaktan yeni kuşağa değil, yeni kuşaktan da eski kuşağa akan bir yapı kazanacaktır.
Günümüzün yeni genç nesli, bir önceki kuşağa göre çok yönlü, farklı kaynaklardan beslenen, birbirinden çok farklı konular ile ilişki kurabilen, hızlı hareket edebilen, beraber çalışmaya yatkın, iletişim araçlarını çok iyi kullanabilen özellikler taşıyor. Fakat gençlerde eksik olan ‘şey’ de zamanla duruşlarını belirleyecek ve kendilerini inşa etmelerini sağlayacak, içlerindeki potansiyelleri ortaya çıkartıp yönlendirecek ‘farkındalık‘ duygusu.
Yakın zamana kadar usta-çırak ilişkisi yoluyla aktarılanan süzülmüş bilginin deneyim üzerinden edinilme biçimi bugün bu deneyim ortamlarının farklılaşması ve çoğalması ile yeterliliğini gün geçtikçe yitirmektedir. Artık daha kolay ve eşzamanlı erişilebilen bu ortamlar ile deneyim alanı çok parçalı bir yapı kazanmıştır.
Ancak bu, yeni kuşak için işleri kolaylaştıran bir ortam hazırlamamakta, aksine zorlaştırmaktadır. Seçeneklerin çoğalması, neyin, neden, niçin tercih edileceği gibi bir durum yaratmıştır. Usta-çırak ilişkisindeyken yeterli olan, fazla parçalanmamış deneyim alanı, bu sorgulama alanı doğurmazken, artık çok parçalı ve kişisel tercihlerle biçimlendirilebilecek bir yapı kazanmıştır. İki durum arasındaki en belirgin fark ise, bu sorgulamaların, birinde (usta-çırak ilişkisi) sürecinin kendisine yayılma durumu varken, diğerinde (güncel olan) sürecin başında yapılmasını zorunlu olarak karşımıza çıkmasıdır. Bu içinde bulunduğumuz zamanın yarattığı ilginç bir dilemmadır. Süreç sizi öğrenilmiş, bilinen zihin yapılarının aksine, yeni bir zihin ile oluşturulacak duruma hazırlar.
Kişisel tercihleri yönlendirecek olan şey ise, kişinin kendini kurarken ne yapmak istediğinin, nasıl bir mimar olmak istediğinin farkında olmasını ve bu yolda kendine bir harita çizmesini zorunlu kılmasıdır. Çoğu kez hazırlıksız yakalanılan bu durum, kendini bilmeyenler için oldukça tanımsız bir durumken, kendini bilen içinse farklı yeni duruşların doğacağı zengin bir ortamın habercisi olabilecektir.
Her alanın içinde, kimliği ile yaptığı işi yoğurmuş önemli tarihsel örneklerle karşılaşırız. Bu kişilerde şöyle ortak yönler vardır: Birincisi, dertleri aracılığıyla hayata karşı bir duruşları olduğunu görürüz. İkincisi, bu duruşlarını hayata geçirecek bir araca ya da bir eylem biçimine sahiptirler ve bu konuda kendilerini iyi donatmışlardır. Üçüncüsü de duruşlarını sağlayacak ve eylemlerini dönüştürecek bir zihin yapıları vardır. Bunu bir model olarak görmemekle birlikte artık, bu profil de tek başına yeterli kalmamaktadır. Sahip olunan bu özellikler, önceden olmadığı kadar kısa sürede yeniden yeniden kurulma, yeni stratejiler geliştirmeye açık bir yapı kazanma durumunu zorunlu kılmaktadır. Sürekliliğini kalıcı değerlerden alan önceki nitelikler, artık sürekliliğini dinamik değerlerden almak durumundadır. Ve bu durum çoğunlukla yeni kuşağın yüzleşip çözümleyeceği yeni koşulları tarif etmektedir.
Güncel üretim alanlarının çok parçalı yapısı ve farklılaşan koşullar, gençkuşağı bu yeni pozisyonlara itmektedir. Çünkü, üretimlerin özel koşulların içinden dönüştürüldüğü ve işler arasındaki ortaklığın meselelere bakış biçiminde sürdürüldüğü bir ortam söz konusudur. Artık hızlı biçimde ilişkilerin tersyüz edilip oynanabilebileceği ve yeniden kurulabileceği olanaklar dünyası karşımızdadır. Bunun ‘niteliği’ni ve ‘gerekliliği’ni başka bir tartışma konusu olarak saklı tutmak koşulu ile aynı anda çok farklı kanallardan beslenerek ve temas ettiği birbirinden bağımsız konuları ilişkilendirerek, hızlı dönüştürebilen yeni genç nesil için bu olanaklar dünyası heyecan verici bir motivasyon kaynağı gibi görünmektedir.
Bir önceki kuşak tarafından yeni genç neslin dönüştürücü bir rolü olup olmayacağı, hep bir tartışma konusu olmuştur. Bence bir dönüştürücü rolü olma olasılığı yukarıda bahsettiğim çerçeve içinden söz konusudur. Ancak dönüştürücü rol bir önceki kuşak tarafından ‘beklenilen’ dönüştürücü rol de olmayacaktır. İki rol arasındaki farkın, rolün etkinliğinde değil, mimarlığa bakış biçiminde saklı olacağını söyleyebilirim. Çünkü genç kuşak için artık mimarlık denen şey, gündelik yaşamın parçası olarak dönüşebilen birşeydir. Yoksa dokunulmazlığı olan, yüce, kutsal bir mimarlık değildir. Hayatın içinde eriyip kendini dönüştürmüş yapılar, karşısından utanılarak geçilen şeyler de değildir. Onlar hayatın içinden anlayıp kavrayacağımız, anlattıklarından birşeyler öğrenebileceğimiz şeylerdir. Hayatın kendisini, gündelik olan aracılığı ile bizim dilimize tercüme ettiği, üzerinden katman katman bilgilerin aktığı bir dildir. Onu ‘değer’li kılansa özel bir nesne olması değil, hayatla temas etme biçimleri ve ilişkilenmedeki tavrında ve çıkardığı nitelikte gizlenmektedir.
Görünen o dur ki eski kuşak her ne kadar kendini bu yeni durumlarla bir şekilde karşı karşıya kalmaya hazırlasalar da şimdiye kadarki kavrama ve üretme biçimleri yeni sorunları çözmek için tek başına yeterli kalmayacaktır.
Bunlar, genç kuşak ve ardından gelen yeni kuşağın problemleri olarak görünmektedir. Haliyle de onunla yüzleşerek biçimlendirecek olan da bizler ve ardımızdan gelen kuşak/lar olacaklardır. Yeni koşullarla yüzleşilinceye kadar bu tavır aktüelliğini sürdürmeye devam edecektir.
Kuşaklararası dilin karşılıklı kurulması ile oluşan zemin tersinir ilişkileriyle birbirini besleyebildiğinde ve kuşaklararası iletişimin sağlıklı yapılabilir koşulları oluşabildiğinde, her kuşak belki kendi durumu ile daha iyi yüzleşebilecektir. Bu da sağırlık hastalığının yenilebileceği, kaygı ve çabaların beslenebileceği, farklı deneyim alanlarının ortak temasları ile ilişkilenebilecek bir zemin oluşabilmesinin imkanını doğuracaktır. Bunun yollarını araştırmak yalnızca genç kuşak ve yeni kuşakların problemi değildir. Tüm bu farklılıklara rağmen kuşakların birbirini yoksayamayacağı ortak bir ortam vardır. Farklı duruş ve kavrayışlar sessiz kalmanın değil, zengin tartışma ortamınının kaçınılmaz bir gerekliliği değil midir?
_ metni .pdf formatında görmek için tıklayınız.
_ medya içeriğini .pdf formatında görmek için tıklayınız.
“Mimarlıkta Genç Olma Durumu Üzerinden…” metni is licensed under a Creative Commons Attribution-NoDerivs 3.0 Unported License.
2005/07: mimarlıkların pazaryeri’ ne yan bakmak / görüş-tartışma
Temmuz 20, 2011 § Yorum bırakın
MimarlıkLARın Pazaryeri’ne yan bakmak…
Boğaçhan Dündaralp
Çalışmaları 1998’den bu yana süren UIA 2005 İstanbul artık karşımızda duruyor. Karşılaşacağımız organizasyonun son zamanlarda yoğunlukla gördüğümüz reklamları aracılığı ile mimarlar ve kentliler (?) davet ediliyor. Öyle ya da böyle çeşitli olaylar, tartışmalar, konuşmalar vesilesi ile haberdar olunan bir hazırlık süreci yaşandığını dışarıdan gözlemledik. Kendi adıma bu süreci izleyen biri olarak, belki de organizasyondan sonra hiç tartışması yapılmayacak bu sürecin aracılığı ile bazı temel sorgulamalar yapmanın zamanı olduğunu düşünüyorum. Nasılsa organizasyon başarı ile tamamlanacak, yerli yabancı herkes çok etkilenecek, UIA tarihine gururla önemli bir imza atılacak. Övünecelecek ama dönüp bunlar konuşulmayacak… Ya da konuşacak kadar önemsenmeyecek… Çünkü odaklanılan sonuç, başarı ile organizasyonu tamamlanması olmuş olacak. Oysa şimdiye kadar geçen sürecin önemi ve bize anlatacakları ıskalanmayacak kadar önemli ve değerli görünüyor.
Peki nedir bu sürecin süreçlerini bu denli üzerinde konuşacak kadar önemli kılan? İsterseniz süreci okumaya 2002 yılında Berlin Kongresi’nde sunulan UIA 2005 İstanbul tema metninden başlayalım. Sunulan bu metin1 bir çağrıda ve vaatte bulunuyor: “Mimarlığın küresel gündemini gözden geçirme ortamı olarak mimarlıkların pazaryeri”. Aslında tartışma ve açılımlar için potansiyel taşıyan önemli bir tema sunuluyor. Ancak tema metninin kaleme alınış biçimi ile üstlenilenilen misyon, daha sonra sürecin nasıl biçimleneceğine, ilişkilerin nasıl kurulacağına yönelik yaklaşımın ilk anahtarını içinde barındırıyor. Metni güçlü kılan modernist tavır, oluşacak zemini, “mimarları ve mimarlığı meselelerin odağına yerleştirme ve çözümleri onun içinden bulma“ eğilimlerini de kapsayacak kadar ileri taşıyarak, konuyu, güncelliği son derece tartışmalı bir hesaplaşma alanına doğru kaydırıyor. Ve bildirileri biçimlendirecek alt temalara2 kadar bu tavrı sürdürüyor. Buraya kadar olan mesele, kendi içinde ayrı bir tartışma konusunu tartışmaya açmak değil. Sadece kurulan yaklaşımın sürece nasıl yansıdığına işaret etmek. Bu durum organizasyon sürecine iki türlü yansıyor. Birincisi, kent üzerine düşünmeyi, kente odaklanmayı bir taraftan iddia ederken diğer yandan kentin diğer aktörlerini dışarıda tutacak kadar mesafe koyuyor. İkincisi daha da ileri giderek organizasyonun ana omurgasını oluşturan mimarlar odasının, zaten fazlasıyla yatkın olduğu, temsil ettiği kendi meslek grubuna karşı da benzer bir mesafe yaratmasının imkanlarını sunuyor. Peki bunları nasıl sunuyor?
Tema ve alt temaları içeren konuların ortam içinde paylaşıma sokulmadan, tartışılmadan programlaştırılması, idealize edilmesi şöyle bir sonuç doğurmuştur. Hazırlanan program ve taşıdığı iddia o kadar güçlü hale gelmiştir ki etkinliğin ve potansiyellerinin önüne geçmiştir. Böylece sunulan program ve kendi bütünlüğü adına ortaya konan temalar ve alt açılımlar, farklı duruşları ortaklıklara dönüştüren bir araç olmaktan çıkmış, aksine katılımları kendini varedecek bir araca dönüştürmüştür. Ancak bir araç olması söz konusu olan şey, varedilecek bir amaca dönüşmüştür. Oysa amaç, programı gerçekleştirmek için bir organizasyon yapmak değil, gerçekleşecek olanı doğuracak bir organizasyon yapmak olmalıyken, zamanın daralması, zamanın kullanılma biçimi, süreç içinde bir baskı unsuru olarak çalışmaların bu yöndeki eğilimlerine set çekmiş görünmektedir.
Sürecin bundan sonrası yani çerçevesi bu şekilde çizilen bir programın içinin doldurulması çabası dışarıdan daha rahat gözlemlenebilir sonuçların ortaya çıkmasını da desteklemiştir. Başlangıçta organizasyon komitesi ile paralel hareket eden Mimarlar Odası zaman baskısının da artmasıyla programın izin verdiği esnekliklerin kullanılmasına izin vermeyecek kadar baskın bir rol oynamaya başlamıştır. Vadi yarışması sonuçları ve tartışmaları, Mimarlar Odasının sahip çıkması ve koruması gereken meslek etiğini, organizasyon pahasına nasıl yok saydığını kendi meslek örgütüne göstermesi açısından ilginç sonuçlar göstermiştir. Mimarlık ortamına taşınan benzer bir tavır da organizasyon komitesinden, organizasyonun beyin takımından bazı insanların ilişkisinin kesilmesi ile örneklenebilir.
Gündeme gelen tartışmalarda hep organizasyonun tek yönlü akışı (örgütleyecilerden, mimarlık ortamına) başta organizasyonun hep şikayet ettiği bir durum olmasına rağmen, düşünsel katılım ortamını organizasyona katacak açıklığı, ilişkiyi sürecin yukarıda aktardığım yapısı nedeniyle kuramadı. Aksine, düşünsel boyutları daha da kapalı kapılar ardına gizlenen, ama görünürde program yığınını gerçekleştirecek pek çok aktivetinin, ulusal etkinliklerin, çalışmaların, kitapların, sergilerin oda bültenlerinde boy gösterdiği bir süreci son bir yıldır yoğunlukla izliyoruz. İçini doldurmaya çalıştıkça boşalan bir niceliksel toplama dönüşen program, artık hedeflediği çerçeveyi de kaybetmiş görünüyor.3 İçerikleri ve varlıklarının hayatımıza katkılarının son derece tartışmalı olduğu, zamana ve kongreye bağlı kılınması dışında ortam adına sürekliliği tartışılabilir olduğu, kısa bir süreçte hazırlanmaları ve kongre hedefli olmaları nedeniyle niteliklerini tartışabileceğimiz görünürdeki bu çalışmalar dışında başka çalışmalar da olduğunu umut edelim.
Kuşkusuz, odağına sadece organizasyonu istediği gibi sonuçlandırma hedefine bağlayan ve bu işi değil kentin diğer aktörlerine, kendi meslek grubuna da mesafe koyarak süreç içinde uygulayan, hatta koruması gereken değerlerin çoğunu yoksayan bir tutum, kısa bir sesizlikten sonra şimdi bizi organizasyona davet ediyor. Reklamları ve ticari arka planıyla… 20 star mimar dışında bizi oraya çekecek hiçbir programın hala net sunulmadığı, içeriksel hiçbir şeyin gündem oluşturmadığı, tartışılmadığı bir ortam söz konusu…
Önündeki zamanı ve fısatları daha iyi kullanarak potansiyellerin değerlendirildiği ve açığa çıkarıldığı daha çok şeffaf, tartışılan, konuşulan, daha başlamadan kendi tartışmasını ve gündemini oluşturan, organizasyonla sınırlı kalmayan, süreklilikler gösteren ve göstereceği gözlemlenen çalışmalar mümkün olabilecek iken, önümüzdeki fırsatların ne kadarını değerlendirebildik, ne kadarını değerlendirebileceğiz sorgulamasını yapmadan edemiyor insan.
1 tema metni
2 akademik programla yapılan bildiri çağrısındaki alt başlıklar.
3 son program
_ medya içeriğini .pdf formatında görmek için tıklayınız.
_ metni .pdf formatında görmek için tıklayınız.
_ yeni mimar arşivine gitmek için tıklayınız.
2005/06: NP12 houses / project
Temmuz 20, 2011 § Yorum bırakın
2005/01: konuşan mimar 6 / tartışma
Temmuz 20, 2011 § Yorum bırakın
Konuşanmimar’ ın bu sayısında, önceki sayılara göre daha tanımlanmamış bir yol izleyelim ve başından beri niyetlenip tam olarak kurgulayamadığımız yazarak konuşma işini bizlerin de içinde olduğu küçük bir grupla deneyelim dedik. Dolayısıyla “konuşma” deyişinin de çağrıştırdığı üzere, az çok tanımlı bir merkez etrafında dönüyor olsa bile zaman zaman dağılma belirtisi gösteren, söylenilenlerin çağrışımlarıyla başka noktalara atlayabilen, başı sonu çok net olmayan bir metin karşınızdaki.
Boğaçhan Dündaralp, Özlem Berber, Saitali Köknar
_ medya içeriğini .pdf formatında görmek için tıklayınız.
_ yeni mimar / arşiv için tıklayınız.
2004/11: konuşan mimar 5 / tartışma
Temmuz 18, 2011 § Yorum bırakın
“Her şeye rağmen mimarlık, neden?”
Neden “neden mimarlık” sorusunu sorduğumuza gelince… Öcüler üzerine yazılanların sonrasında ve genel olarak mimarlık ortamımızda süregiden tartışmalarda görüyoruz ki hepimizin birçok şeye yönelik şikayetleri, sıkıntıları, kızgınlıkları var; genel olarak Türkiye’ deki mimarlık ortamı başlığı altında iş koşullarına, eğitim sürecine, mimarlık medyasına, kültür dünyamıza yönelik birçok şeyin eleştirisini içeren, hepimizin farkında ve tanık olduğu sıkıntılar bunlar. İstedik ki bu soruyla bizler ya da bu aralar popüler olan deyişle ‘genç mimarlar’, söz konusu öcü, sıkıntı ve şikayetler arasında bunalmaktansa, bu ülkede, bu zamanda her birimiz farklı bağlamlarda kendi gündelik hayatlarımızı yaşarken ve işimiz olduğu üzere mimarlık üzerine çalışır-düşünür-paylaşır-üretirken nasıl bir -naçizane- ‘içerik’ oluşturma çabası içerisinde olduğumuza dair… Görüşmek üzere.
Boğaçhan Dündaralp, Özlem Berber, Saitali Köknar
2004/10: konuşan mimar 4 / tartışma
Temmuz 18, 2011 § Yorum bırakın
“ M i m a r l ı ğ ı n Ö c ü l e r i – değerlendirme ”
Boğaçhan Dündaralp, Özlem Berber, Saitali Köknar.
_ medya içeriğinin tamamını .pdf formatında görmek için tıklayınız.
2004/09: Malaparte Evi / okuma
Temmuz 18, 2011 § Yorum bırakın
Malaparte Evi
Öğrencilik yıllarında bir gün kütüphanede oturmuş eski mimarlık dergilerini karıştırırken karşılaşmıştım Malaparte eviyle. Kayalıkların üstünde yalnızlığı ve sükuneti ile Napoli körfezine bakıyordu. Tuhaf bir etki bırakmıştı üzerimde. İkinci sınıftaydım ve bir konut projesi yapıyordum. Evin, bize öğretilenlerle açıklanacak bir tarafı yoktu. Önünde kocaman bir körfez vardı ve dikdörtgen kitle, dar cephesi körfeze bakacak biçimde yerleştirilmişti. Geniş açıklıklar yerine küçük pencereler kaplıyordu uzun kenar cephesini. Evin çatısı tümüyle terastı ve bu terasa ulaşım, evin kitlesinin kayalıklara bakan dar kenar cephesini oluşturan, evin içinden ulaşılamayan o kocaman merdivendi. O zaman kendi içimden ‘ bu proje bizim jüride kesin çakar ‘ demiştim. Ev o yıllarda, aldığım eğitimde ters giden birşeylerin olduğunu algılamama yardımcı olan örneklerden biri olmuştu…
Aradan geçen 10 yılın ardından Marida Talamona’nın ‘Malaparte Evi’ nin Türkçe baskısıyla karşılaşmak benim için o ‘özel’ olan duyguyu yeniden canlandırdı. Kitabı hevesle okuduğumda, kitabın ev ile kurulacak ilişki için önemli bir anahtar olduğunu düşündüm.
Talamona’nın kitabında önemli olduğunu düşündüğüm iki nokta var: Bunlardan biri Talamona’nın kendisi, diğeri de kitabın kurgusu. Talamona, evin bulunduğu Kapri Adası’nda doğmuş bir mimar. Faşist dönem İtalya mimarlığı tarihi, İtalyan sömürgeciliğinin kimlik arayışı, 1930-45 dönemi Avrupa mimarlığı üzerine çalışmaları bulunmakta. Malaparte evinin yeri, yapım tarihleri, Malaparte’nin siyasal geçmişi, babasının Malaparte ile dostluğu ve eve yaptığı katkılar düşünüldüğünde Talamona’nın mesleki çalışmaları sanki bu evin izlerini sürmek, kapalı kapıları açmak üzerine kurulmuş gibi… Diğer önemli nokta ise kitabın kurgusu. Talamona, kendi metnini mümkün olduğunca özet tutarak, eve ait orjinal belgeleri (kayıtlar, belediye tutanakları, Malaparte’nin mimarla yazışmalarını), eve ait çizimleri ve yapım sürecini de içeren farklı tarihlerde çekilmiş fotoğrafları içeren albümü ayrı bölümler olarak kitaba yerleştirmiş. Yazdığı metinde de bu belgelere referanslar vererek dile getirmiş söyleyeceklerini. Böylece kitap, okuyucunun eve ait başka birikimlerini de birleştirirerek okuyabileceği, yeni okumalara da açık bir kitap haline gelmiş.
Bir adam Curzio Malaparte: İtalya’nın faşist döneminde siyasal ve yazınsal alanda önemli ve hayatı sürgünde geçmiş baskın bir kişilik…
Bir yer: Napoli körfezinde Kapri Adası…
Bir mimar: İşin başında gördüğümüz, sonrasında Malaparte ile ilişkilerini koparan Adalberto Libera…
Bir ev: Malaparte’nin ustalar ve dostları (başta Carlo Talamano olmak üzere) ile ortaya çıkardığı taştan bir portre, bir anıtmezar… Malaparte Evi…
Boğaçhan Dündaralp
_ medya içeriğini .pdf formatında görmek için tıklayınız.
“malaparte evi” metni is licensed under a Creative Commons Attribution-NoDerivs 3.0 Unported License.