2009/07: lusid / atölye – kitap

Temmuz 29, 2011 § 1 Yorum

“Katılımcı ve yürütücü zenginligini ‘tasarım süreçleri’ üzerinden de verimli bir biçimde nasıl çogaltabiliriz?” sorusu temel motivasyonu olusturmaktadır. Bu niyetle; bir yer için en uygun yaklasımı arayan tek bir tasarım süreci yerine; kodlanmıs birikimimiz nedeniyle bazen düşünmeden eledigimiz durumlarla tasarım sürecinde yeni karşılaşmalar üretebileceğimiz, ‘yer’e tekrar tekrar dönüp farklı gözlerle bakacağımız bir tasarım süreci deneyimi.”



_ etkinlik kitabını .pdf formatında görmek için tıklayınız.
_ etkinlik haberi için tıklayınız/yenimimar.com

2007/10: studio*KAHEM / Modernin Genetiği: Genç Akademisyen Mimarlar Konuşuyor

Temmuz 27, 2011 § Yorum bırakın


“10. uluslararası istanbul bienali / studio*KAHEM / funda uz sönmez /
modernin genetiği / tartışma odaları araştırmasında boğaçhan dündaralp”

_ “tartışma odaları” ile ilgili funda uz sönmez’ in değerlendirme metni için tıklayınız/yenimimar.com

2005/01: konuşan mimar 6 / tartışma

Temmuz 20, 2011 § Yorum bırakın


Mimarlığın sorusunu ararken

Konuşanmimar’ ın bu sayısında, önceki sayılara göre daha tanımlanmamış bir yol izleyelim ve başından beri niyetlenip tam olarak kurgulayamadığımız yazarak konuşma işini bizlerin de içinde olduğu küçük bir grupla deneyelim dedik. Dolayısıyla “konuşma” deyişinin de çağrıştırdığı üzere, az çok tanımlı bir merkez etrafında dönüyor olsa bile zaman zaman dağılma belirtisi gösteren, söylenilenlerin çağrışımlarıyla başka noktalara atlayabilen, başı sonu çok net olmayan bir metin karşınızdaki.

Boğaçhan Dündaralp, Özlem Berber, Saitali Köknar

_ medya içeriğini .pdf formatında görmek için tıklayınız.
_ yeni mimar / arşiv için tıklayınız.

2004/11: konuşan mimar 5 / tartışma

Temmuz 18, 2011 § Yorum bırakın

“Her şeye rağmen mimarlık, neden?”

Neden “neden mimarlık” sorusunu sorduğumuza gelince… Öcüler üzerine yazılanların sonrasında ve genel olarak mimarlık ortamımızda süregiden tartışmalarda görüyoruz ki hepimizin birçok şeye yönelik şikayetleri, sıkıntıları, kızgınlıkları var; genel olarak Türkiye’ deki mimarlık ortamı başlığı altında iş koşullarına, eğitim sürecine, mimarlık medyasına, kültür dünyamıza yönelik birçok şeyin eleştirisini içeren, hepimizin farkında ve tanık olduğu sıkıntılar bunlar. İstedik ki bu soruyla bizler ya da bu aralar popüler olan deyişle ‘genç mimarlar’, söz konusu öcü, sıkıntı ve şikayetler arasında bunalmaktansa, bu ülkede, bu zamanda her birimiz farklı bağlamlarda kendi gündelik hayatlarımızı yaşarken ve işimiz olduğu üzere mimarlık üzerine çalışır-düşünür-paylaşır-üretirken nasıl bir -naçizane- ‘içerik’ oluşturma çabası içerisinde olduğumuza dair… Görüşmek üzere.

Boğaçhan Dündaralp, Özlem Berber, Saitali Köknar

medya içeriğini .pdf formatında görmek tıklayınız.

2004/10: konuşan mimar 4 / tartışma

Temmuz 18, 2011 § Yorum bırakın


“ M i m a r l ı ğ ı n  Ö c ü l e r i – değerlendirme ”

Boğaçhan Dündaralp, Özlem Berber, Saitali Köknar.

_ medya içeriğinin tamamını .pdf formatında görmek için tıklayınız.

2004/07: konuşan mimar 2 / tartışma

Temmuz 18, 2011 § Yorum bırakın


“ M i m a r l ı ğ ı n  Ö c ü l e r i – 2 ”

Psikanaliz, Gerçek, Gerçeklik, Öcüler, Vesaire…

“…Dolayısıyla psikanalizin alanı da içinde insan olan her şey; bu anlamda mimarlık da insan zihninin bir ürünüyse, bir zihin yapısının ortaya çıkardığı bir ürün ise psikanalizin de bir ürünü. Zihin bir şeyler düşünüyor ki bir şey tasarlayabiliyor; tasarladığı şey ise bir bina olabildiği gibi bir cümle de olabilir…”

“… Lacan’ın ‘artı değer’ dediği bir şey var: Bir şeyin metaforik anlamı. ‘Bardak’ diyorsun örneğin ama ona yüklediğin metaforik anlam -aynı zamanda bardağın içine duygularını doldurması gibi- artı değeridir onun. Bardağı açıklamak için kullanmıyorsun, artı olarak başka bir şey yapıyorsun. Bu artı değer denilen şey de, insanda hani o bilinçdışı denilen şey de , yüzeyin altında akıyor aslında…”

“… Bilinç deyince tabii bilinç dışından da söz etmek gerek; çok karmaşık konular bunlar, yani bir şeyin bilinçle yapılıyor olmasıyla bilinçdışı yapılıyor olması arasında hiçbir fark yok. Biz bilerek yapıyoruz dediğimiz şeyi de aslında bilmeyerek yapıyoruz çünkü bilinç ve bilinçdışı aynı anda oluşan ve birlikte olan şeyler. Rüya gibi; rüyanda tamamen bilinçdışına ait olan bir şey görürsün ama onu sen görürsün ve orada bir şeyler yaşarsın, bu kısım bilinçli kısmıdır ve uyandığın zaman da bütün hayatını etkiler, kötü geçer günün örneğin… Bu aslında Lacan’ın söylediği gibi dille ilgili bir şey; yani bir sözcüğü ettiğin anda ya da sözcükleri yanyana koymaya başladığın anda bilinç düzeyinde bir anlam veriyorsun. Ama bunu yaparken aslında sözcüklerin bir de metaforik anlamları var, bir tatmin düzeyi var… Bilinçdışı arkadan akıyor sürekli her yaşadığın durum içerisinde…”

“… Soru şu: ‘Neden?’ ya da ‘Ben niye bunu burada anlatıyorum?’. Çünkü şimdi ‘bura’nın olması bir önceki zamanla çok ilişkili, yani zincirleme bir şey, sonrasıyla da ilişkili ve onu anlamlı kılan şey de onu orada anlatmak. Psikanalizin yaptığı çalışma da aslında geçmişe dönmek, tarihçeye dönmek ve onu yeniden yazmak. Slavoj Zizek’in psikanalizle ilgili verdiği çok güzel bir örnek var: Bir romanda, gelecekte örneğin 22.yy.da geçen bir romanda, çok popüler olan bir ressam var, Ali. Ali 20.yy da yaşamış ve kendi zamanında değeri anlaşılmamış, ölümünden sonra keşfedilmiş bir ressam. 22.yy da geçen romanımızda, bu o zaman çok önemli olan ressam için deli olan bir sanat tarihçisi var. Tam o sırada zaman makinesi keşfediliyor ve sanat tarihçisi de Ali’nin zamanına gidiyor. Görüyor ki ünlü ressam Ali aslında ayyaş, eline kalem almamış adamın biri ve de bizimkini bayıltıyor, kendi gidiyor geleceğe. Sanat tarihçisi onun zamanında kalıyor ve diyor ki bari ben bunun resimlerini hatırladığım biçimiyle yapayım; yapıyor bütün tabloları ve o yüzyılda da ölüyor; Ali kendisi yani… Bu bir paradoks, bilinç ve bilinçdışı ilişkisi de böyle bir şey, yani oluşma şekli böyle. Psikanalizin yaptığı da bu: Geçmişte bir şey bulursun, gidersin oraya, onu orada var edersin ve o, var ettiğin için olur zaten; ama aslında da vardır… Böyle paradoksal bir şey…”

“… Ali denen bu adam bir şeyi merak ediyor ve onun o merakı, onu geçmişe dönmeye götüren o merakı onun varolmasını sağlayan şey; ama aslında var zaten. Olan bir şey ama olmuş olduğunu bilse, yani o anda dese ki biri sen geçmişe döneceksin böyle böyle, o olamayacak; bilinirse olmayacak, bilinmezse olacak. Hikayenin bilinçdışıyla ilişkisi bu…”

“… Cem Yılmaz’ın hikayesi var ya; o esprileri nereden buluyorsun diye soruyorlar, ne bileyim nereden buluyorum diyor… Zaten espri düşünerek bulunacak bir şey değil ki; ya da niçin bu işi yapıyorsun sorusu… ne bileyim niçin…”

“… Gerçekle gerçeklik arasındaki o boşluk olmasa, o bölünmüşlük olmasa, o zaman zaten bir üretkenlik durumu olmaz. Bir şey çıkmaz ortaya; ne bina yapabilirsin ne de bir cümle kurabilirisin. Kısmen otizmde olduğu gibi; bir dile girememezlik durumu vardır otizmde, parça parça algılar dünyayı. Ayna evresinde yapılan şey, çocuğun bir ‘ayna’da ki bu aslında annesinin gözüdür; ötekinin bakışında kendini bir insan olarak tanımlamasıdır. Elinin ayağının kafasının, hepsinin kendisine ait olduğunu anlar ve bütün olarak bir imgesini yaratır. Bu imgeyi yaratamıyorsa kavrayışı parçalı kalacaktır. O imgeyi yaratmanın bedeli de aynı zamanda söze girmek, iletişim kurmak ve tabii ki bir takım yanılsamalara girmektir. ‘Gerçek’ten çıkıp ‘gerçeklik’e girmek yani, ama gerçek de her zaman geri dönüp vuran şey oluyor…”

“… Yine Zizek’ten bir anektot: Titanik batmadan 16-17 yıl önce bir roman yazıyor birisi; romanda bir gemi Atlantik’e açılıyor ve batıyor. Aynı özelliklerde, boyutlarda bir gemi bu; ölü sayısı bile yakın. İsmi de Titan.. Zizek’in açıklaması şu: Titanik’in bir fonksiyonu var; o dönemde o büyük zeplinler falan da vardır ya, devasa şeylerin yapıldığı, mühendislik harikalarının zamanı. Bir şeyler cisimleştiriliyor orada; hani batması imkansız büyük şeyler, bakıyorsun işte Titanik’in yapısına, tamamen bir toplumsal katmanlaşma, bir toplum modeli, soyut olanın somutlaştırılmaya çalışılması yani… İnsanlığın batması imkansız olacak bir şekilde kendisini tasarladığı somut bir şey ama sırf bu yüzden de batıyor. Bu ‘obje petua’nın cisimleştirilme çabasıdır, cisimleştirince de batar; Yüzüklerin Efendisi’ndeki yüzük gibi yok edilmesi gereken bir şeydir yani… O yüzden söz, o yanılsama, o gerçeği belirleyen şey…”

“… Çok tatlı bir Mc Caffine esprisi vardır ya : Şu ilerde gördüğün şey ne diye soruyor arkadaşı, Mc da o, İskoçya kaplanlarını yakalamaya yarar diyor. İskoçya’da kaplan yok ki diye şaşırır arkadaşı; baksana der o da, ne kadar çok etkiliymiş… Hadi bakalım, gereksiz bir veriden anlam doğuyor. Bir büyük hikaye de Odypus hikayesidir; Odypus’a kehanette bulunulur ve kehanette bulunulduğu için olur…”

“… Gerçekliği sorguladığın anda yaratıcılık ortaya çıkar. Bunun arkasında ne var demediğin sürece yaratamıyorsun, yaptığın şey ancak tekrar etmek oluyor. Bir şey üretebilmenin yolu kendi gerçekliğini sorgulamaktan geçiyor. Bunun koşulu da dağılma riskini, yok olmayı göze almak… Ego kontrolünde geri çekilme, regresyon denen bir şey var; üçüncü süreç deniyor buna, yani ikinci süreçten birinci sürece, bilinçten bilinçdışı sürece gerileme, örneğin psikoza girmek de bir regresyondur… Yaratıcılık, ikinci düzeyde kalarak yani ego bütünlüğünü koruyarak birinci düzeye inebilme, ikinci düzeyin gözüyle birinci düzeye bakmak…”

“… Lacan, bazı semptomlar diyor yoruma dirençlidir. Semptomu yorumlarsın ve kişi buna rağmen devam eder; farkındadır ama devam eder. Neden, çünkü ‘puante capiton’ dediği bir şey var yani kapitone noktası, dikiş noktası… Orası kapitone noktasıdır der, ruhsal yapıyı tutan dikiş noktası. Cümleye anlam dikilmesi gibi bir şey ve aslında o semptom da orada bir dikiş noktasıdır; eğer sen o semptomu oradan alırsan o dikiş parçalanır ve bütün sistemin çökme riski doğar, o yüzden de o semptom orada tutulur. Zizek de bu durumu Alien filmiyle ilişkilendirir; Alien’da ana rahmini çağrıştıran bir ortama girersin, insanın içine girer, içinden çıkarsa da ölürsün zaten; böyle bir şey… Ya da sigara içmek gibi, kendine zarar verdiğini bile bile içersin, olmaması ise her zaman daha kötüdür…”

“… Psikanalitik anlamda konuşursak, asıl korkulan şey nedir, yokolmak, yokolma korkusu, dağılma korkusu… O dikişler dağılmaya başladığında bir sürü semptom ortaya çıkar ve o semptomları yorumlarsan, yani iyi kötü tutan dikişleri yorumla dağıtırsan tamamen dağıtırsın. Örneğin bir hasta var, yolda beni izliyorlar bana tecavüz edecekler diyor; sen ona bunu yorumlarsan, işte aslında senin homoseksüel arzuların var bunu karşıya yansıtıyor olabilir misin falan dersen örneğin o hasta dağılır; sen de zaten böyle yapıyorsun gibi şeyler demeye başlar. Psikotik hastaya yorum yapılmaz. Ama borderline yani henüz sınır durumundaki hastalarda öyle değil, onlara yorum yaparsan toparlarlar…”

“… Korku, bu yabani korkusu falan çocukluk çağından itibaren, aslında o bilinmeyen ‘gerçek’ aynı zamanda çok korkulan da bir şey. ‘Gerçek’te varoluş yoktur ve gerçekte bir ben yoktur. “Ben”i yitirmeyi göze alabiliyorsan gerçeğe gidersin ama gerçek yokoluştur aynı zamanda, korkutucu bir şeydir. Bu yüzden gerçekliği dikmek istersin, gerçekliğe sahip olmak istersin. O zaman işte ‘gerçeklik’le ‘gerçek’ arasında bir takım geçiş noktaları var, hani rüyalar falan gibi; aslında bir anlamda da semptomlar bunlar. Gulyabaniden korkarsın, o korkunu bir yere sembolize etmiş olursun ki o da sembolikle gerçeği birbiri arasına diker. Hapsedersin onu belki de kontrol edersin. Çocuklar tabii gerçeğe daha yakınlar, daha sembolik düzeyi tam kuramamış oluyorlar; bu yüzden de bu tür şeylere daha yatkınlar…”

“… Bireysel anlamda bir yanda tabularımız var, dokunamayız; bir yanda da öcülerimiz var yaklaşmayız. Hepsi ‘puante capiton’lar yani, dikilmişler oraya ve durmak zorundalar. Dolayısıyla tabular, öcüler ve hatta prensipler arasında pek de bir fark yok…”

“… ‘Gerçek’ arzulanan ama bir yandan da korkulan bir şeydir çünkü haz ve acı aynı anda yaşanır, aynı anda vardır gerçekte… Bunu işte bir yere dikiyorsun, bu diktiğim şey de ‘obje petua’, arzunun nesnesi, işte sigara, doktor olacağım, araba alacağım, bina yapacağım gibi peşinden koşulan şeyler. ‘Arzunun nesnesi’ en kaba anlamıyla ‘tam’ olmayı çağrıştıran bir şey; ben bunu alırsam tam olacağım, içimdeki boşluk kalkacak; almazsam eksik kalacağım… Bende olması gereken bir şey yani. Şimdi bunun yeri, eğer ‘jouissance’ın yeri boş kalırsa oraya bir semptom yerleşir, obsesif bir semptom örneğin, bunu yapmazsam öleceğim, yılanı görürsem öleceğim gibi. Aslında ‘jouissance’, gerçeği simgeleyen bir şey haline dönüşür, vazgeçilmeyen bir semptom haline. Herkesin de böyle bir semptomu vardır. Hayatında kötü bıraktığın bir şeyler vardır yani, orayı düzeltmezsin…”

“… Bir şeylerle barışık olunması gerekiyor, bir şeyleri kabullenmek gerekiyor. Aslında psikanaliz bir kabullenme süreci. Ben buyum diyebilmek… Ben buyum dediğin anda semptomunu da kabulleniyorsun, herşeyini kabulleniyorsun ve böylelikle aslında kanatların falan çıkmıyor, daha mutlu falan da olmuyorsun, sadece sen oluyorsun. ‘Neysem o’ oluyorum yani, ‘neysem o’ olmak için psikanaliz… Bunun sonucu  sadece psikanalizle ilgili değil; bir üretme içerisinde olmakla da ilgili, benim alanım bu olduğu için ben psikanaliz yapıyorum örneğin, ‘neysem o’ olabilmek için…”

Boğaçhan Dündaralp, Özlem Berber, Saitali Köknar.

_ medya içeriğini .pdf formatında görrmek için tıklayınız.

2004/05: konuşan mimar 1 / tartışma

Temmuz 18, 2011 § Yorum bırakın

“ M i m a r l ı ğ ı n  Ö c ü l e r i – 1 ” 

konuşanmimar yazı dizisine başlarken; neler yaptığımız, neler yapmak istediğimiz ya da neyin nasıl olması gerektiğinden önce yapamadıklarımızdan, elimizi kolumuzu bağlayanlardan, korkularımızdan, yüzleşmek istemediğimiz sorularımızdan başlayalım istedik konuşmaya. Belki dedik böylece kendimizi ve birbirimizi daha iyi anlamaya başlayabiliriz; şu “mimarlığımız” ya da “mimarlık ortamımız” denilen muğlak alanı anlamlandırmaya biraz daha yaklaşabiliriz. Bir parça itiraf, bir parça dertleşme, bir parça sorgulama…

Evet, konuşanmimar’da konuşmak için önerdiğimiz ilk konu başlığı, “ Mimarlığın Öcüleri ” 

Öcüler; öğretilen, korkulan, karşı karşıya gelmemek için istenmese bile her şey yapılan, dokunmaktan kaçınılan, insan ürünü düşünceler, önyargılar, yakıştırmalar, uydurmacalar… Mimarlığın öcüleri; hesaplaşmaktan kaçındığımız durumlar, girmekten korktuğumuz yollar, aklımızı bağlayan yargılamalar, yapılması “tu kaka”, yaklaşılması “cıss” olan şeyler, bir türlü yeniden kurulamayan ilişkiler…   n e l e r  ?

Boğaçhan Dündaralp, Özlem Berber, Saitali Köknar.

_ medya içeriğini ve tüm tartışmayı .pdf formatında görmek için tıklayınız.

 

 

Where Am I?

You are currently browsing entries tagged with özlem berber at boğaçhan dündaralp.

%d blogcu bunu beğendi: