2009/09: lusid / değerlendirme

Temmuz 29, 2011 § Yorum bırakın


“ Yaşam,
yüksek anlamlılık yüklü ender tek anlardan, ve bu anların olsa olsa gölge görüntülerinin çevremizde gezindiği, sayısız anlardan oluşur. Sevgi, bahar,her güzel ezgi, dağlar, ay, deniz- her şey ancak tek birkez tam yürekten dilegelir: bir biçimde , söze tam olarak hiç gelebilirlerse. Çünkü birçok insan bu anları hiç yaşayamaz; onlar, gerçek yaşam senfonisinin araları ve duruşlarıdır.”

Nietzsche(1878)

Lusid* için;

KESİT  1  /  10  temmuz saat 14.11 İTÜ- Taşkışla 203 / 2.hafta

“Bunaltıcı, sıcak bir gün; nemin stüdyoda hamam etkisi yarattığı, nefes almakta zorluk çekilen bir zaman dilimi… Yaklaşık 30 kişi stüdyo’da harıl harıl calışıyor. İlk haftanın/temanın ürünleri, paftalar ve maketler panoya asılmış; bir grup ortak makette çalışırken, diğer gruplar ya atolye yürütücüleri ile ya da kendi aralarında ‘boşluk’ temasını tartışıyor… Cumartesi yapılan ve yaklaşık 7 saat süren ilk tema ürün  tartışmalarının ve önceki gün yapılan tema sunuşunun yorumları aralarda geziniyor. Sıcak ve boğucu havaya rağmen stüdyoyu ve hepimizi saran bir başka enerji var ortamda…”

KESİT 2  /  24  temmuz saat 14.34  İTÜ- Taşkışla 203 / 4.hafta

“ Atölye, gizli gizli tüm okulu ele geçiriyor;  yalnızca 4 haftanın ürünleri ve çalışmaları degil, bütün stüdyo kooridorlara taşıyor. 4. tema: program.  Atölyedeki herkes masa başında hummalı bir kafa patlatma aralığında… Koridordan her geçen çalışmalara takılıyor, ardından da işlerin niteliği ile ilgili övgü dolu sözler… Akademisyen arkadaşlarımız “ bir dönemde bu kadar çalıştıramıyoruz bu çocukları, üstelik bunları bir haftada yapıyorlar, nasıl basariyorsunuz ? ” diye takiliyorlar bize… Biz de diyoruz ki; “ biz çalıştırmıyoruz, kendileri çalışıyorlar… Bu yaz sıcağında ve tatilde geceli-gündüzlü, okulda-evde çalışsınlar diye kimi zorlayabilirsin ki?”

Şimdi düşünüyorum: “ böyle bir ortam tasarlanabilir mi?“  diye…

Atölyenin bu bizi sarmalayan ve beş hafta boyunca bizi teslim alan o atmosferinin ne kadarı tasarlanmıştı?  Annemle yaptığımız kimya sohbetlerini  hatırladim;  “tepkimeye girecek uygun ölçüdeki bileşenler ve onlar için hazırlanmış uygun bir ortam ” üzerine olanları… Evet bunun için çok ciddi bir hazırlık yaptık… Öğrencileri  tek tek inceleyip, seçtik… Temalar, çalışma programı, ortamı,  davetli konuklar ve sunuları ile kalabalık bir atolye yürütücüsü kadrosundan, takviminden, bu ortamın yönetimine kadar… Kağıt üzerinde ne kadar eksiksiz, kusursuz bir plan yapmaya çalışsak, bir değil beş hafta aynı tempoda devam eden bu süreçte ne kadar çaba harcansa da kolay kolay oluşturulamayacak unsurlar var. Her türlü yorgunluğu bertaraf edecek olan  ilgi, merak, heyecan,  motivasyon ve çabaların ortaklığı, sürekliliği gibi…

Bu ortamın kimyasının sürekliliğini sağlayan, o atmosferi yaratan şey de buralarda gizli. Bu da  süreçte kendi kendini organize edecek olanın iç koşullarını  atölye boyunca inşa etti. Hatta oluşan o ortam, planlamadığım halde neredeyse bir ay boyunca ofisimi kapatıp orada var olmama neden olacak kadar güçlendi… Ve giderek bu güc öyle bir ivme ve değer kazandı ki,  atölye yürütücüleri olarak bizden başlayarak katılan herkesin kendini adadığı, çesitli fedakarliklarda bulundugu ve ortaklasa inşa ettigi bir ortama dönüştü… Bu ortam süreç icerisinde kendi dinamiklerini kurarken, bizim kurduğumuz çerçevelerin içinde kendi metinlerini oluşturdu. Uğruna feda edilen  şeyler karşısında ‘değer’ini katılanlar açısından hiç kaybetmeyecek bir ifade kazandı…

Bu zaman dilimi sayesinde, ya umursamazlık, ya da şikayetlerle dolup tasan mimarlık ortamında kendimizi soyutlayabildiğimiz bir dünya kurma fırsatı bulduk. (atölye isminin ‘lusid’ olmasi ve kent düşleri atölyeleri  içinde yer alması da durumla güzel örtüştü) İstenir ve çaba harcanır ise  birşeylerin yapılabileceğinin görünür kılınması ve bunun ‘dışarıdan’ algılanabilir hale gelmesi açısından, geçirdiğimiz atölye sürecinin  çok motive edici olduğunu düşünüyorum.

Atolyemiz ve paylaştığımız deneyim bize çok şey anlattı, anlatmaya da devam edecek; bunlar, mimarlar odası ile ilişkilerden mimarlık eğitimine, kalabalık ofis yönetiminden mimarlık bilgisine, yöntem ve araçlardan öğrencilerle birlikte hepimizin ürün haline dönüştüğü ‘mimar’ ve ‘insan’ olma durumuna kadar pek çok meseleyi kapsiyor diyebiliriz.

Şimdi biraz bu paragrafı açmak için isterseniz en başa dönelim, yani işin mutfağından başlayalım;

Her yaz olduğundan daha fazla staj başvurusu almıştık. Her yıl, CV ve portfolyo dışında niyet mektubu talep ederek, bu metinleri tek tek inceleyerek, değerlendirme yazıları yazarak zaman, iş ve mekana en uygun öğrencileri dahil etmeye çalıştığım bir yaz programı izliyorum. Bu yil bu sayı 80’i bulmuştu… Ve bu kadar çok ve nitelikli insanla ofislerimizde iş üretecek potansiyele de sahip olamadiğımız için bir süredir nasıl bir yol izlesek diye düşünüyordum.  Başta Sinan’la olmak üzere, kafalarımızdaki niyetlerin ortak noktalarini fark ettik ve yola hep birlikte çıkarak  konuyu birlikte formüle etmeye çalıştık. ‘Ofislerimiz dışında bunu nasıl organize edebilir ve hayata geçirebiliriz?’ sorusunu arkadaşlarımızla tartışmaya ve paylaşmaya başladık. Bu işin yer, zaman, para, organizasyon gibi ayrı bir süreci olacağı ve ayni anda ofis işlerimizi sürdürmemiz gerekeceği için, ne yapacağımızdan önce nasıl yapacağımızın koşullarını araştırmamız sartti. Sinan’dan gelen ‘Mimarlar Odasın’nın Kent Düşleri Atölyesi kapsamında yapalım mı ?’ önerisi üzerinde biraz kafa yorduktan sonra taleplerimizi ve teklifimizi bir çerçeveye oturtarak sunduk. Ve kabul edildi. Oda ile ilişkilerimizi sorgulayarak kurmaya çalıştığımız bu iletişim biçimi  dışarıdan olmaz gözüyle bakılan şeylerin olabileceğini görmemiz açısındanüzerinde ayrıca düşünmeye değer bir mecraya kapı açtı.

Yaklaşık 16 yıldır tanışık olduğumuz, paylaşımlarımızın ve dostluklarımızın öğrencilik yıllarındaki öğrenci buluşmalarından başladığı, zamanla ortak iş üretimleri ve mekan ortaklıkları yaptığımız, atölyeler ve buluşmalarda biraraya geldigimiz, farklı mimarlık okullarında  proje yürütücülükleri ve jürilikler ile ‘eğitim’ alaninda da birlikte calistigimiz mimar arkadaşlarımıza ‘atölyede bizimle beraber yürütücülük yapar mısınız ?’ diye sorduk. Onlar da gecmis ve diger deneyimlerimizde olduğu gibi bizi yalnız bırakmadılar. Baştan sona tüm sürece dahil oldular. Bu birlikteliği bizim açımızdan önemli kılan bir başka bir boyuttan bahsetmemde fayda var: Yurutucu olarak atolye bunyesinde yer alanlar, TMÖB (Türkiye Mimarlık Öğrencileri Buluşması ) gibi bağımsız ve sadece gönüllülük üzerine  kurulu, ‘birşeyler’ yapmak isteyenlerin sadece ‘biraraya gelmek’ gibi bir çaba gösterdiği, uygun koşulları birikte yarattığı bir deneyimi veya deneyimler silsilesini paylaşmış bir grubun uyeleri. Ve bu grup, koşullar ne olursa olsun heyecanla çevrelerinde arayıp bulamadıkları şeylere ilişkin sorular sormaya ve ayni coskuyla kendileri ve çevreleri için farklı bir çalışma anları üretmeye çalışıyor. Bu atölyede de bu anlamda ele almaya çalıştığımız pek çok konu vardı:

Temelde  tasarlanmış bir süreç olan atölye; fikren ‘büro stajı’ formatı içinde yer alacak beklentileri yeniden formüle etmeye dayanıyordu;

  • Mimarlık öğrencileri için  mimarlık eğitimi içinde kullandığımız yöntemlerin, yaklaşımların, bakışların farklı dış dünyalardan yaklasimlarla genişletilmesi;
  • Mimarlık eğitiminden farklı olarak bireysel süreçlerin grup çalışmaları içinde dönüştürülmesi;
  • Bireylerin kendi gelişim ve tasarım süreçlerindeki iletişim düzeylerini arttırararak, sosyal etkileşim boyutunun da tasarım süreçlerine dahil edilmesi;
  • Bir tasarım araştırma pratiği geliştimek; “bütün’ değil, ‘bütüne ait parçalar’ üzerinden kısa sürede yoğun üretim gerceklestirerek  ‘bütünün’ görmediğimiz yüzlerininin keşfine odaklanmak…”. Yani, tasarım süreçlerine ait bir takım refleksleri kırmak;
  • Mimarlık bilgisine ait kavrayışları zihinsel ve teorik olarak geliştirmek, ve bu kavrayis becerilerinin tasarım araçlarına aktarımını araştırmak;
  • Yönetim olarak yaklaşık 30 kişilik bir ofisin, bir ay gibi bir süre icerisinde bir araştırma grubu olarak herhangi bir konuyu ne kadar inceltebileceğini araştırmak… Buradan hareketle de, ofis  modellerine dair yeni bakışlar üretmeye çalıştık;
  • Üretilenlerin toplu halde masaya yatırılıp, çarpıştırılıp tartışıldığı, bakışların çoğaltıldığı ara aşamalar, değerlendirmelerle,  bir yoğunlaşma sağlamak;
  • Ve tüm bunları sadece atölye sonrasında değil, atölye sırasında da izlenilebilir, takip edilebilir, geri dönüşümleri alınabilir sergi, değerlendirme yazısı, video kaydı, fotoğraf, bilgi, dökümantasyon gibi belgelere dönüştürmek… Bu belgeleme, atölye dışındakilere aktarılmaktan çok, atölyenin ve atölyedekilerin eş zamanlı olarak kullanabileceği şekilde, oranın enerjisi üretmek…
  • Bütün atölyenin üretimlerini sergisi dahil paket olarak yerinde yani atölyedet amamlamak…

Bunlar, ‘büro stajı formatı’ ile ‘atölye çalışması’ arasında bir  formatta koşullarını  oluşturup, araştırmaya çalıştığımız konular oldular…

Ancak koşullarını tasarlayabileceğimiz fakat sonuçlarını tasarlayamayacağımız bu araştırmanın sonucunda,  başta da yorumladığım gibi tüm bunlardan fazlasına ulaştığımız bir deneyim ürettiğimizi düşünüyorum. Sadece ürün açısından bile matematiksel açıdan bakıldığında öğrencilerimizin,  bir senede iki proje ürettikleri ‘proje saati’ne yakın bir  zaman diliminde  hazırlıkları, tartışmaları, üretimleri, sunumları, değerlendirmeleri ile birlikte bir ayda bes proje üreterek ve dokuz grup olusturarak toplamda 45 öneriye imza attigi ve bu sebeple birkaç sınıf atladığı bile iddia edilebilir.

Ancak matematiksel değerlendirmelerden öteye, atölyenin en önemli verimi kuşkusuz projeler değil, atölye yürütücüsünden katılımcısına kadar herkesin birbirini dönüştürmesine ve dolayisiyla ‘bizlerin’ yeniden üretimine olanak taniyan enerjisi, atmosferi ve kimyası oldu.

Boğaçhan Dündaralp,  Lusid*  Tepebaşı Kent Düşleri Atölyesi müdürü

*lusid:   rüya gördüğünün bilincinde olarak rüyayı biçimlendirme, ele geçirme…

_ metni .pdf formatında görmek için tıklayınız.
_ medya içeriğini .pdf formatında görmek için tıklayınız.
_ değerlendirme metni/yenimimar.com

2009/04: kriz, fırsat olabilir mi? / görüş-tartışma

Temmuz 29, 2011 § Yorum bırakın

*Wei-Ji  

( Dikkat! Yazı,  ……. mimarlar için uygun içerik taşımamaktadır.)

“‘Kriz’ mimarlık ve ortamımının dönüşümü için bir fırsat mı yoksa zorunluluk mu?” sorusuna yanıt için bir senaryo örneği;  

Aşağıda okuyacağınız metin, ‘kriz ortamı’ olarak tarif edilen bir ortamda, ortamla kurduğu ilişkiyi ‘kendi gerçekliği’ üzerinden dillendiren bir mimar tarafından kaleme alınmıştır. Olası genellemeler ve gelecek öngörüleri bu gerçeklik üzerinden kendisine anlamlı geldiği için, yazdıklarının bir iddiadan çok senaryo olasılıklarından biri olarak algınacağını düşünür.  Bu da herhalde metni bir kehanet gibi görmekten çok, başka senaryoları da çağıracak araç olarak görmesinden kaynaklansa gerek…

Yazar, mimarlık bilgi alanı içindeki çok pozisyonlu konumlanışını ve üretimlerini bu gerçekliğin üzerine oturtur. Yazarı bu konumlanışta heyecanını taze tutan şey; bizim zamanımızı farklı kılan, uzun zaman hayal edilmiş zorunluluktan uzak bir dünyanın olabilirlik ufkundaki görüntüsüdür. Yazar kendi mimarlık serüvenini de bu hayalin mimarlık alanı içindeki bilgi ve uygulamalarına aktarımı üzerine kurmuştur.

Aşağıdaki metin, yazarın çeşitli ortamlarda yaptığı sunularda dile getirdiği konuların, 6-7 Nisan 2009 tarihlerinde,  güncel gelişmeler paralelinde özetlenmiş ve kaleme alınmış halidir.

Yere ve zamana ait bölünmüş mekan deneyimlerimizin bizi, durumun genel resmi içindeki referans noktalarımızı belirlememizde çaresiz, plansız bıraktığını söyleyerek söze başlayalım. Bu durum da bizleri; çoğu kez olduğu gibi kendimizi olacaklarla karşı karşıya bırakacak cesurlukta varsayıp, durumlarla karşılaşma anlarımızı bekleyeceğimiz bir pozisyona itmektedir. Yapılabilecek şey ya kabullenmek ya da tercih edeceğimiz,  varsayacağımız bazı senaryolar peşinden gitmek olacaktır.  Ben kendi tercihimi; gerektiğinde pozisyon almak yerine, kendim için bir pozisyon üretme yönünde kullandım ve bu yönde çabamı sürdürüyorum.  Bu gerçeklik düzleminden dünya ve mimarlık ortamı şöyle görünüyor:

Küresel iklim değişikliği ile küresel kriz, aslında nedenleri ve sonuçları ile göbek bağıyla birbirine bağlı bir süreç ve ortam oluşturdu.  Son yüzyıl, 2000 yılda harcadığımızdan fazla enerji harcayarak, yenilenme imkanı vermeden dünya kaynaklarını tükettiğimiz, sonuçlar olarak da geri döndürülemez hasarlar bıraktığımız bir yüzyıl oldu. Ürettiğinden çok tüketen düzenin, bir yerde sona ulaşacağı ve bir bedel ödeyeceği kaçınılmazdı. Tüm öngörülere rağmen bu durum içine çaresizce düştük. Bu bedeli ödediğimiz,  yeni bir yaşama modeline kaçınılmaz olarak geçmek zorunda kalacağımız bu geçiş dönemine de ‘kriz’ dedik.  ‘Tsunami’sinin daha gelmediği söylenen ‘kriz’ için yeni dengelerin oturması daha zaman alacak gibi görünüyor.

Yeni dünya düzenine geçiş ve yeni evrimleşme modeli;  mevcut politakaların adaptasyonu, dünyayı yöneten dev küresel şirketlerin dönüşümü, dünyanın haritasının yeniden şekilleneceği kehanetleri, bize oldukça sancılı bir geçiş dönemi yaşayacağımızı gösteriyor.

Karşımıza çıkan tablodaki ilişkilere baktığımızda; kıtalarüstü ekonominin aktörlerinin, bu ortam içinde kendi varlığını sürdürebilmek için; ekolojik duyarlılık, sürdürülebilirlik gibi kavramları kendi varoluşunun etiketine dönüştürme çabası bir taraftan, bölünmüş mekan deneyimlerinin bilgi, nitelik ve duyarlılık açısından sapla samanı ayırma yetimizi kaybettirdiği bu ortamda çağın bireylere yüklediği sorumluluk diğer taraftan etkileşerek hayatımızı biçimlendirecek gibi görünüyor.

Tüketim toplumu olarak tarif edilen, tüketim alışkanlıkları ile yaşam konforlarını belirleme konusunda  teşvik edilen, alım gücüne göre daha fazla tüketen insanlar; bu yeni koşullarda nasıl yaşayacağına dair yeni referans noktaları aramaya başladılar. Bu arayışlar içinde,  gündelik yaşam pratiklerimizi tetiklemeye başlayan; kendi sınırlı kaynaklarını verimli kullanma çabaları, içe kapanma, yakında olanla, olanaklı olanla yetinme,  acil olmayan ya da lüks tüketime dayalı ihtiyaçlardan vazgeçme gibi krizle bireysel olarak başetme yolları, yeni alışkanlıklar kazandırmadan önce kıtalarüstü ekonomiyi belirleyecek ilk hamle G20 zirvesinden geldi. 

2 Nisan’da Londra’da  yapılan G20 zirvesinin bu hamlesi;  21. yüzyıl uygarlığının I. Dünya Savaşı sonrasındaki içine kapanmacı, korumacı, aşırı milliyetçi politikaların egemen olduğu girdaba bir daha düşmeyecek kadar olgun olduğu mesajı taşıyarak karşımıza çıktı. Le Figaro gazetesinin 3 Nisan manşeti olan: “ Yeni bir kapitalizm için küresel anlaşma” başlığı ise yönünü çizmekte referanslarının güvenilirliğini yitirdiğini düşünen tüketim toplumu için çok anlam taşıyan bir mesaj olsa gerek.  İkinci hamlenin de 2009 sonunda Kopenhag’da toplanacak olan “Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı” nda yapılacağını bu anlamda öngörebiliriz düşüncesindeyim.

Bu çerçeveden bakıldığında, dünyadaki gelişmelere paralel olarak mimarlık ortamımızda son birkaç senedir ekolojik, sürdürülebilir mimarlığa yönelik yoğun eğilimlerin ilgiden öteye geçeceği ve yeni bir piyasa söylemi üreteceği söylenebilir.  Bu alandaki eğilimleri; yukarıdaki ilişkiler çerçevesinden bakarak iki grupta değerlendirebiliriz gibi görünüyor.  Bu işi etiket olarak görenler ve ele alanlar (yeni piyasa düzeninde, yeni kapitalizmin sembolü olarak, içeriklerden çok sembolleri ile ele alanlar) ve bu işi bir sembol, tarz ve etiketten bağımsız olarak bir sorumluluk alanı olarak gören, bu işin yaşamsal arka planı ve gündelik hayattaki pratik karşılıkları ile uğraşanlar.

Yukarıdaki ‘yeşil dünya’  tablosunun mimarlık ortamımız açısından en görünürde olacak konulardan biri olacağı kuşkusuz.  Ancak bu noktada,  mimarlık ortamındaki olası dönüşümlere ilişkin öngörüleri  bu bakış ile sınırlandırmadan değerlendirmekte fayda olacaktır. Lakin şöyle farklılıkların da görünür  olacağı söylenebilir:
‘Kriz’ nedeniyle varoluşlarını sürdürmek için önlemler alan mimarlık ofisleri, yapılanmaları, ölçekleri, işlerlikleri, süreklilikleri adına yeniden biçimlenecek,  yeni pozisyonlar almak zorunda kalacaklar.  Talep fazlası mimarlar, kendilerine yeni iş ve etkinlik alanı üretmek zorunda kalacak,  para yerine hizmet alışverişinin olacağı alternatif arayışlara girilecek. Küresel ekonominin dönüşüme  uğraması nedeniyle inşaat sektörünün taleplerinin alternatifi, daha yerel,  daha çok  aktörlü, daha çok sivil örgütlenmelerin organizasyonunu talep eden oluşumlar  olarak karşımıza çıkacak.  Bireysel konfor taleplerinin mülkiyet ile ipoteğe alındığı yapı tipolojilerinden çok,  paylaşım ve ortak kullanımların ağırlıkta olduğu çok ortaklı yeni yapı tipolojileri oluşacak.  Yeni binalar inşa etmekten çok, yeniden kullanımlara açık yapısal dönüşüm projelerinin şekillendirdiği yeni yaşam çevreleri oluşacak. Bu yeni mimarlık, yeni mimar örgütlenmeleri ve pozisyonları  oluşturacağı gibi, yeni mimarlık anlayış ve yaklaşımları da doğuracak gibi görülüyor.

Bu durumun ne kadar yerleşik ve konvansiyonel hizmet veren mimarlık ofislerini zorlayacağını düşünsek de, bu ofislerin geleneksel iş alma metodlarını sürdürme çabasında olacaklarını,  yatırımcıların daha az riskle hareket edeceklerini öngörerek,  bu iki sektörün yapılanmalarını birbirlerine ve  yeni küresel dünya taleplerine daha kolay adapte edebileceklerini söyleyebiliriz.  Benim kişisel olarak önemsediğim ve kendimi de içinde gördüğüm yeni oluşumlar ise;  ortam konvansiyonları açısından daha umutsuz görünen ama içinde yaşadığımız dünya için daha fazla umut verici, alternatif potansiyeller üretebilecek kemikleşmemiş mimarlık grup ve oluşumları.  Yaşadığımız dünyanın çok alternatifli olasılıklar dünyasında,  görünmeyen baskın ilişkiler sisteminin gevşeyen, zayıflayan zincirlerini kırabilecek bu potansiyel taze oluşumlar için uygun ortam zorunlu olarak oluşmaktadır. Bunu bir fırsat olarak algılamak, sistemde bir türlü yer bulamayan pek çok nitelikli, taze, genç mimar için bir umut ışığı olmaktadır ve olacaktır.  Bu evrimleşme modeli, ancak bu değişim süreci içinde anlaşılabilecek bir  tasarım ve mimarlık için olduğu kadar, bu araçlarla organize olacak yeni yaşama alternatifleri için de bir umut ışığı olmaktadır.”

*Wei-Ji,  Çince’de kriz, tehlike-fırsat anlamına gelen kelime grubunun karşılığı.

_ medya içeriğini .pdf formatında görmek için tıklayınız.
_ metni .pdf formatında görmek için tıklayınız.

2006: milli reasürans / eleştiri dizisi

Temmuz 22, 2011 § Yorum bırakın

Başlarken…

Yapılar, tasarlandığı zamandan uygulandığı zamana, oradan da ayakta kalabildiği son ana kadar farklı bilgi katmanlarının kendi üzerinden okunma olasılığını bize açar. Mimarlık eleştirilerini değerli kılan da zaten oluşan ve zaman içinde birikerek devinen bu bilgi katmanlarının, yaşamın içindeki evrilme sürecimizi anlamamıza imkan verecek çabalara örnek oluşturması değil midir?

Bu platformda tartışmalarımızın ‘odakları’ olacak yapılar, kendilerinden çok, barındırdığı gündeme taşınabilir tartışma potansiyelleri ile önem kazanmaktadırlar. Onlar, çoğu kez düşünmeye bile gerek duymadan onayladığımız önermeleri ya da bir türlü sorgulayamadığımız, içini her geçen gün boşalttığımız kavramları yeniden düşünmemiz, üzerine konuşmamız için bir fırsat olabilir. Bu sayede, belki,  ‘yapı’ ları bir taraftan dokunulmaz kılan, diğer taraftan da değersiz kılan ve yok sayan ‘nekrofilik’ görüşlerden ayrı yeni kavrayışların üretebilmesine olanak doğar.

 Bu okumaları, mimarlık eleştirisi adına, mimarın yargılanma aracı olarak algılandığı o genel yargıdan ayırarak konumlandırmak doğru olacaktır. Yapıya ait süreçleri, yaşama dahil edilmesinin öncesi ve sonrası olmak üzere  diktomik bir yapı üzerinden kavrarsak, proje müelifi olan mimarın buradaki rolü derecelidir. Mimarı bu ikili sürecin ne bir tarafında bırakabilirsiniz ne de tümünden sorumlu tutabilirsiniz. Mimar, bu okumalar içinde bir savunma mekanizması olarak değil, aksine bizim göremediğimiz kanallara sürecin içinden biri olarak ışık tutabilecek, ulaşamadığımız bilgi katmanlarını açığa çıkartabilecek en önemli aktörlerden biri olarak görülmelidir. Ancak o zaman ortak bir bilgi dağarcığını oluşturabilir ve paylaşabiliriz.

 “ …günün hayhuyu da binlerce talebiyle zihinsel yoğunlaşmaya müdahale etmektedir, bu yüzden bugün biraz olsun kaydadeğer birşeyler ortaya koyabilmek için harcanması gereken çaba neredeyse hiçkimsenin altından kalkamayacağı kadar ağırlaşmıştır…”  T.W. Adorno

_ yeni mimar “elestiri dizisi” proje bilgisi için tıklayınız.
_ “milli reasürans” eleştiri metnini .pdf formatında görmek için tıklayınız.

Creative Commons License
“milli reasürans binası/eleştiri dosyası” is licensed under a Creative Commons Attribution-NoDerivs 3.0 Unported License.

2006/10: ev: bir yerleşme müzakeresi / söyleşi

Temmuz 22, 2011 § Yorum bırakın

_ medya içeriği .pdf formatında görmek için tıklayınız.

2006/05: X. ulusal mimarlık ödülleri verildi / ödül

Temmuz 21, 2011 § Yorum bırakın

_ medya içeriğini .pdf formatında görmek için tıklayınız.

2005/07: mimarlıkların pazaryeri’ ne yan bakmak / görüş-tartışma

Temmuz 20, 2011 § Yorum bırakın

MimarlıkLARın Pazaryeri’ne yan bakmak…
Boğaçhan Dündaralp

Çalışmaları 1998’den bu yana süren UIA 2005 İstanbul artık karşımızda duruyor. Karşılaşacağımız organizasyonun son zamanlarda yoğunlukla gördüğümüz reklamları aracılığı ile mimarlar ve kentliler (?) davet ediliyor. Öyle ya da böyle çeşitli olaylar, tartışmalar, konuşmalar vesilesi ile haberdar olunan bir hazırlık süreci yaşandığını dışarıdan gözlemledik. Kendi adıma bu süreci izleyen biri olarak, belki de organizasyondan sonra hiç tartışması yapılmayacak bu sürecin aracılığı ile bazı temel sorgulamalar yapmanın zamanı olduğunu düşünüyorum. Nasılsa organizasyon başarı ile tamamlanacak, yerli yabancı herkes çok etkilenecek, UIA tarihine gururla önemli bir imza atılacak. Övünecelecek ama dönüp bunlar konuşulmayacak… Ya da konuşacak kadar önemsenmeyecek… Çünkü odaklanılan sonuç, başarı ile organizasyonu tamamlanması olmuş olacak. Oysa şimdiye kadar geçen sürecin önemi ve bize anlatacakları ıskalanmayacak kadar önemli ve değerli görünüyor.

Peki nedir bu sürecin süreçlerini bu denli üzerinde konuşacak kadar önemli kılan? İsterseniz süreci okumaya 2002 yılında Berlin Kongresi’nde sunulan UIA 2005 İstanbul tema metninden başlayalım. Sunulan bu metin1 bir çağrıda ve vaatte bulunuyor: “Mimarlığın küresel gündemini gözden geçirme ortamı olarak mimarlıkların pazaryeri”. Aslında tartışma ve açılımlar için potansiyel taşıyan önemli bir tema sunuluyor. Ancak tema metninin kaleme alınış biçimi ile üstlenilenilen misyon, daha sonra sürecin nasıl biçimleneceğine, ilişkilerin nasıl kurulacağına yönelik yaklaşımın ilk anahtarını içinde barındırıyor. Metni güçlü kılan modernist tavır, oluşacak zemini,  “mimarları ve mimarlığı meselelerin odağına yerleştirme ve çözümleri onun içinden bulma“ eğilimlerini de kapsayacak kadar ileri taşıyarak, konuyu, güncelliği son derece tartışmalı bir hesaplaşma alanına doğru kaydırıyor. Ve bildirileri biçimlendirecek alt temalara2 kadar bu tavrı sürdürüyor. Buraya kadar olan mesele, kendi içinde ayrı bir tartışma konusunu tartışmaya açmak değil. Sadece kurulan yaklaşımın sürece nasıl yansıdığına işaret etmek. Bu durum organizasyon sürecine iki türlü yansıyor. Birincisi, kent üzerine düşünmeyi, kente odaklanmayı bir taraftan iddia ederken diğer yandan kentin diğer aktörlerini dışarıda tutacak kadar mesafe koyuyor. İkincisi daha da ileri giderek organizasyonun ana omurgasını oluşturan mimarlar odasının, zaten fazlasıyla yatkın olduğu, temsil ettiği kendi meslek grubuna karşı da benzer bir mesafe yaratmasının imkanlarını sunuyor. Peki bunları nasıl sunuyor?

Tema ve alt temaları içeren konuların ortam içinde paylaşıma sokulmadan, tartışılmadan programlaştırılması, idealize edilmesi şöyle bir sonuç doğurmuştur. Hazırlanan program ve taşıdığı iddia o kadar güçlü hale gelmiştir ki etkinliğin ve potansiyellerinin önüne geçmiştir. Böylece sunulan program ve kendi bütünlüğü adına ortaya konan temalar ve alt açılımlar, farklı duruşları ortaklıklara dönüştüren bir araç olmaktan çıkmış, aksine katılımları kendini varedecek bir araca dönüştürmüştür. Ancak bir araç olması söz konusu olan şey, varedilecek bir amaca dönüşmüştür. Oysa amaç, programı gerçekleştirmek için bir organizasyon yapmak değil, gerçekleşecek olanı doğuracak bir organizasyon yapmak olmalıyken, zamanın daralması, zamanın kullanılma biçimi, süreç içinde bir baskı unsuru olarak çalışmaların bu yöndeki eğilimlerine set çekmiş görünmektedir.

Sürecin bundan sonrası yani çerçevesi bu şekilde çizilen bir programın içinin doldurulması çabası dışarıdan daha rahat gözlemlenebilir sonuçların ortaya çıkmasını da desteklemiştir. Başlangıçta organizasyon komitesi ile paralel hareket eden Mimarlar Odası zaman baskısının da artmasıyla programın izin verdiği esnekliklerin kullanılmasına izin vermeyecek kadar baskın bir rol oynamaya başlamıştır. Vadi yarışması sonuçları ve tartışmaları, Mimarlar Odasının sahip çıkması ve koruması gereken meslek etiğini, organizasyon pahasına nasıl yok saydığını kendi meslek örgütüne göstermesi açısından ilginç sonuçlar göstermiştir. Mimarlık ortamına taşınan benzer bir tavır da organizasyon komitesinden, organizasyonun beyin takımından bazı insanların ilişkisinin kesilmesi ile örneklenebilir.

Gündeme gelen tartışmalarda hep organizasyonun tek yönlü akışı (örgütleyecilerden, mimarlık ortamına) başta organizasyonun hep şikayet ettiği bir durum olmasına rağmen, düşünsel katılım ortamını organizasyona katacak açıklığı, ilişkiyi sürecin yukarıda aktardığım yapısı nedeniyle kuramadı. Aksine, düşünsel boyutları daha da kapalı kapılar ardına gizlenen, ama görünürde program yığınını gerçekleştirecek pek çok aktivetinin, ulusal etkinliklerin, çalışmaların, kitapların, sergilerin oda bültenlerinde boy gösterdiği bir süreci son bir yıldır yoğunlukla izliyoruz. İçini doldurmaya çalıştıkça boşalan bir niceliksel toplama dönüşen program, artık hedeflediği çerçeveyi de kaybetmiş görünüyor.3 İçerikleri ve varlıklarının hayatımıza katkılarının son derece tartışmalı olduğu, zamana ve kongreye bağlı kılınması dışında ortam adına sürekliliği tartışılabilir olduğu, kısa bir süreçte hazırlanmaları ve kongre hedefli olmaları nedeniyle niteliklerini tartışabileceğimiz görünürdeki bu çalışmalar dışında başka çalışmalar da olduğunu umut edelim.

Kuşkusuz, odağına sadece organizasyonu istediği gibi sonuçlandırma hedefine bağlayan ve bu işi değil kentin diğer aktörlerine, kendi meslek grubuna da mesafe koyarak süreç içinde uygulayan, hatta koruması gereken değerlerin çoğunu yoksayan bir tutum, kısa bir sesizlikten sonra şimdi bizi organizasyona davet ediyor. Reklamları ve ticari arka planıyla… 20 star mimar dışında bizi oraya çekecek hiçbir programın hala net sunulmadığı, içeriksel hiçbir şeyin gündem oluşturmadığı, tartışılmadığı bir ortam söz konusu…

Önündeki zamanı ve fısatları daha iyi kullanarak potansiyellerin değerlendirildiği ve açığa çıkarıldığı daha çok şeffaf, tartışılan, konuşulan, daha başlamadan kendi tartışmasını ve gündemini oluşturan, organizasyonla sınırlı kalmayan, süreklilikler gösteren ve göstereceği gözlemlenen çalışmalar mümkün olabilecek iken, önümüzdeki fırsatların ne kadarını değerlendirebildik, ne kadarını değerlendirebileceğiz sorgulamasını yapmadan edemiyor insan.

1 tema metni
2 akademik programla yapılan bildiri çağrısındaki alt başlıklar.
3 son program

_ medya içeriğini .pdf formatında görmek için tıklayınız.
_ metni .pdf formatında görmek için tıklayınız.
_ yeni mimar arşivine gitmek için tıklayınız.

2005/01: konuşan mimar 6 / tartışma

Temmuz 20, 2011 § Yorum bırakın


Mimarlığın sorusunu ararken

Konuşanmimar’ ın bu sayısında, önceki sayılara göre daha tanımlanmamış bir yol izleyelim ve başından beri niyetlenip tam olarak kurgulayamadığımız yazarak konuşma işini bizlerin de içinde olduğu küçük bir grupla deneyelim dedik. Dolayısıyla “konuşma” deyişinin de çağrıştırdığı üzere, az çok tanımlı bir merkez etrafında dönüyor olsa bile zaman zaman dağılma belirtisi gösteren, söylenilenlerin çağrışımlarıyla başka noktalara atlayabilen, başı sonu çok net olmayan bir metin karşınızdaki.

Boğaçhan Dündaralp, Özlem Berber, Saitali Köknar

_ medya içeriğini .pdf formatında görmek için tıklayınız.
_ yeni mimar / arşiv için tıklayınız.

2004/10: AMV genç mimar ödülü / söyleşi

Temmuz 20, 2011 § Yorum bırakın

_ medya içeriğini .pdf formatında görmek için tıklayınız.
_ “Genç olmak değil mimar olmak / yeni mimar arşivi”

2004/11: konuşan mimar 5 / tartışma

Temmuz 18, 2011 § Yorum bırakın

“Her şeye rağmen mimarlık, neden?”

Neden “neden mimarlık” sorusunu sorduğumuza gelince… Öcüler üzerine yazılanların sonrasında ve genel olarak mimarlık ortamımızda süregiden tartışmalarda görüyoruz ki hepimizin birçok şeye yönelik şikayetleri, sıkıntıları, kızgınlıkları var; genel olarak Türkiye’ deki mimarlık ortamı başlığı altında iş koşullarına, eğitim sürecine, mimarlık medyasına, kültür dünyamıza yönelik birçok şeyin eleştirisini içeren, hepimizin farkında ve tanık olduğu sıkıntılar bunlar. İstedik ki bu soruyla bizler ya da bu aralar popüler olan deyişle ‘genç mimarlar’, söz konusu öcü, sıkıntı ve şikayetler arasında bunalmaktansa, bu ülkede, bu zamanda her birimiz farklı bağlamlarda kendi gündelik hayatlarımızı yaşarken ve işimiz olduğu üzere mimarlık üzerine çalışır-düşünür-paylaşır-üretirken nasıl bir -naçizane- ‘içerik’ oluşturma çabası içerisinde olduğumuza dair… Görüşmek üzere.

Boğaçhan Dündaralp, Özlem Berber, Saitali Köknar

medya içeriğini .pdf formatında görmek tıklayınız.

2004/03: yeni mimar için fikir eskizi

Temmuz 18, 2011 § Yorum bırakın

 Yeni mimar

Yeni bir oluşum,
Yeni bir zemin,
Yeni bir dil,

Yeni kavrama biçimleri,
Yeni düşünce biçimleri,
Yeni ifade biçimleri,
Yeni bağlamlar,

Bunun için,
Yeniden tanımlamak (ama tanımdan kaçmak),
Yeniden inşa etmek,

Mevcut kabullerden,
İçi boşaltılmış soyut ve entelektüel  kategoriler , kabuklardan,
Sıyrılmak,

YENİyi ne özne ne de nesne üzerinden anlamak,
Sadece özne-nesne etkileşiminden doğanın gücüne inanmak,

Entellektüel soyutlamaların girdabında kaybolmadan,
dolaysız deneyimleri paylaşmak,

Yeni bir mimariloji yaratmanın peşinden gitmeden,
Sadece,
Yeni şartların yeni düşünce biçimleri istediğinin,
Yeni ifade biçimlerinin yeni şartlar doğurduğunun
farkında olmak.

Boğaçhan Dündaralp– yeni mimar için fikri eskizi-
Mart’04

_ metni .pdf formatında görmek için tıklayınız.

2004/08: evsiz ev / THBB ödül adayı

Temmuz 18, 2011 § Yorum bırakın

“Türkiye’ de iyi şeyler de oluyor.”

_ medya içeriğinin tamamını .pdf formatında görmek için tıklayınız.

2004/10: konuşan mimar 4 / tartışma

Temmuz 18, 2011 § Yorum bırakın


“ M i m a r l ı ğ ı n  Ö c ü l e r i – değerlendirme ”

Boğaçhan Dündaralp, Özlem Berber, Saitali Köknar.

_ medya içeriğinin tamamını .pdf formatında görmek için tıklayınız.

2004/07: konuşan mimar 2 / tartışma

Temmuz 18, 2011 § Yorum bırakın


“ M i m a r l ı ğ ı n  Ö c ü l e r i – 2 ”

Psikanaliz, Gerçek, Gerçeklik, Öcüler, Vesaire…

“…Dolayısıyla psikanalizin alanı da içinde insan olan her şey; bu anlamda mimarlık da insan zihninin bir ürünüyse, bir zihin yapısının ortaya çıkardığı bir ürün ise psikanalizin de bir ürünü. Zihin bir şeyler düşünüyor ki bir şey tasarlayabiliyor; tasarladığı şey ise bir bina olabildiği gibi bir cümle de olabilir…”

“… Lacan’ın ‘artı değer’ dediği bir şey var: Bir şeyin metaforik anlamı. ‘Bardak’ diyorsun örneğin ama ona yüklediğin metaforik anlam -aynı zamanda bardağın içine duygularını doldurması gibi- artı değeridir onun. Bardağı açıklamak için kullanmıyorsun, artı olarak başka bir şey yapıyorsun. Bu artı değer denilen şey de, insanda hani o bilinçdışı denilen şey de , yüzeyin altında akıyor aslında…”

“… Bilinç deyince tabii bilinç dışından da söz etmek gerek; çok karmaşık konular bunlar, yani bir şeyin bilinçle yapılıyor olmasıyla bilinçdışı yapılıyor olması arasında hiçbir fark yok. Biz bilerek yapıyoruz dediğimiz şeyi de aslında bilmeyerek yapıyoruz çünkü bilinç ve bilinçdışı aynı anda oluşan ve birlikte olan şeyler. Rüya gibi; rüyanda tamamen bilinçdışına ait olan bir şey görürsün ama onu sen görürsün ve orada bir şeyler yaşarsın, bu kısım bilinçli kısmıdır ve uyandığın zaman da bütün hayatını etkiler, kötü geçer günün örneğin… Bu aslında Lacan’ın söylediği gibi dille ilgili bir şey; yani bir sözcüğü ettiğin anda ya da sözcükleri yanyana koymaya başladığın anda bilinç düzeyinde bir anlam veriyorsun. Ama bunu yaparken aslında sözcüklerin bir de metaforik anlamları var, bir tatmin düzeyi var… Bilinçdışı arkadan akıyor sürekli her yaşadığın durum içerisinde…”

“… Soru şu: ‘Neden?’ ya da ‘Ben niye bunu burada anlatıyorum?’. Çünkü şimdi ‘bura’nın olması bir önceki zamanla çok ilişkili, yani zincirleme bir şey, sonrasıyla da ilişkili ve onu anlamlı kılan şey de onu orada anlatmak. Psikanalizin yaptığı çalışma da aslında geçmişe dönmek, tarihçeye dönmek ve onu yeniden yazmak. Slavoj Zizek’in psikanalizle ilgili verdiği çok güzel bir örnek var: Bir romanda, gelecekte örneğin 22.yy.da geçen bir romanda, çok popüler olan bir ressam var, Ali. Ali 20.yy da yaşamış ve kendi zamanında değeri anlaşılmamış, ölümünden sonra keşfedilmiş bir ressam. 22.yy da geçen romanımızda, bu o zaman çok önemli olan ressam için deli olan bir sanat tarihçisi var. Tam o sırada zaman makinesi keşfediliyor ve sanat tarihçisi de Ali’nin zamanına gidiyor. Görüyor ki ünlü ressam Ali aslında ayyaş, eline kalem almamış adamın biri ve de bizimkini bayıltıyor, kendi gidiyor geleceğe. Sanat tarihçisi onun zamanında kalıyor ve diyor ki bari ben bunun resimlerini hatırladığım biçimiyle yapayım; yapıyor bütün tabloları ve o yüzyılda da ölüyor; Ali kendisi yani… Bu bir paradoks, bilinç ve bilinçdışı ilişkisi de böyle bir şey, yani oluşma şekli böyle. Psikanalizin yaptığı da bu: Geçmişte bir şey bulursun, gidersin oraya, onu orada var edersin ve o, var ettiğin için olur zaten; ama aslında da vardır… Böyle paradoksal bir şey…”

“… Ali denen bu adam bir şeyi merak ediyor ve onun o merakı, onu geçmişe dönmeye götüren o merakı onun varolmasını sağlayan şey; ama aslında var zaten. Olan bir şey ama olmuş olduğunu bilse, yani o anda dese ki biri sen geçmişe döneceksin böyle böyle, o olamayacak; bilinirse olmayacak, bilinmezse olacak. Hikayenin bilinçdışıyla ilişkisi bu…”

“… Cem Yılmaz’ın hikayesi var ya; o esprileri nereden buluyorsun diye soruyorlar, ne bileyim nereden buluyorum diyor… Zaten espri düşünerek bulunacak bir şey değil ki; ya da niçin bu işi yapıyorsun sorusu… ne bileyim niçin…”

“… Gerçekle gerçeklik arasındaki o boşluk olmasa, o bölünmüşlük olmasa, o zaman zaten bir üretkenlik durumu olmaz. Bir şey çıkmaz ortaya; ne bina yapabilirsin ne de bir cümle kurabilirisin. Kısmen otizmde olduğu gibi; bir dile girememezlik durumu vardır otizmde, parça parça algılar dünyayı. Ayna evresinde yapılan şey, çocuğun bir ‘ayna’da ki bu aslında annesinin gözüdür; ötekinin bakışında kendini bir insan olarak tanımlamasıdır. Elinin ayağının kafasının, hepsinin kendisine ait olduğunu anlar ve bütün olarak bir imgesini yaratır. Bu imgeyi yaratamıyorsa kavrayışı parçalı kalacaktır. O imgeyi yaratmanın bedeli de aynı zamanda söze girmek, iletişim kurmak ve tabii ki bir takım yanılsamalara girmektir. ‘Gerçek’ten çıkıp ‘gerçeklik’e girmek yani, ama gerçek de her zaman geri dönüp vuran şey oluyor…”

“… Yine Zizek’ten bir anektot: Titanik batmadan 16-17 yıl önce bir roman yazıyor birisi; romanda bir gemi Atlantik’e açılıyor ve batıyor. Aynı özelliklerde, boyutlarda bir gemi bu; ölü sayısı bile yakın. İsmi de Titan.. Zizek’in açıklaması şu: Titanik’in bir fonksiyonu var; o dönemde o büyük zeplinler falan da vardır ya, devasa şeylerin yapıldığı, mühendislik harikalarının zamanı. Bir şeyler cisimleştiriliyor orada; hani batması imkansız büyük şeyler, bakıyorsun işte Titanik’in yapısına, tamamen bir toplumsal katmanlaşma, bir toplum modeli, soyut olanın somutlaştırılmaya çalışılması yani… İnsanlığın batması imkansız olacak bir şekilde kendisini tasarladığı somut bir şey ama sırf bu yüzden de batıyor. Bu ‘obje petua’nın cisimleştirilme çabasıdır, cisimleştirince de batar; Yüzüklerin Efendisi’ndeki yüzük gibi yok edilmesi gereken bir şeydir yani… O yüzden söz, o yanılsama, o gerçeği belirleyen şey…”

“… Çok tatlı bir Mc Caffine esprisi vardır ya : Şu ilerde gördüğün şey ne diye soruyor arkadaşı, Mc da o, İskoçya kaplanlarını yakalamaya yarar diyor. İskoçya’da kaplan yok ki diye şaşırır arkadaşı; baksana der o da, ne kadar çok etkiliymiş… Hadi bakalım, gereksiz bir veriden anlam doğuyor. Bir büyük hikaye de Odypus hikayesidir; Odypus’a kehanette bulunulur ve kehanette bulunulduğu için olur…”

“… Gerçekliği sorguladığın anda yaratıcılık ortaya çıkar. Bunun arkasında ne var demediğin sürece yaratamıyorsun, yaptığın şey ancak tekrar etmek oluyor. Bir şey üretebilmenin yolu kendi gerçekliğini sorgulamaktan geçiyor. Bunun koşulu da dağılma riskini, yok olmayı göze almak… Ego kontrolünde geri çekilme, regresyon denen bir şey var; üçüncü süreç deniyor buna, yani ikinci süreçten birinci sürece, bilinçten bilinçdışı sürece gerileme, örneğin psikoza girmek de bir regresyondur… Yaratıcılık, ikinci düzeyde kalarak yani ego bütünlüğünü koruyarak birinci düzeye inebilme, ikinci düzeyin gözüyle birinci düzeye bakmak…”

“… Lacan, bazı semptomlar diyor yoruma dirençlidir. Semptomu yorumlarsın ve kişi buna rağmen devam eder; farkındadır ama devam eder. Neden, çünkü ‘puante capiton’ dediği bir şey var yani kapitone noktası, dikiş noktası… Orası kapitone noktasıdır der, ruhsal yapıyı tutan dikiş noktası. Cümleye anlam dikilmesi gibi bir şey ve aslında o semptom da orada bir dikiş noktasıdır; eğer sen o semptomu oradan alırsan o dikiş parçalanır ve bütün sistemin çökme riski doğar, o yüzden de o semptom orada tutulur. Zizek de bu durumu Alien filmiyle ilişkilendirir; Alien’da ana rahmini çağrıştıran bir ortama girersin, insanın içine girer, içinden çıkarsa da ölürsün zaten; böyle bir şey… Ya da sigara içmek gibi, kendine zarar verdiğini bile bile içersin, olmaması ise her zaman daha kötüdür…”

“… Psikanalitik anlamda konuşursak, asıl korkulan şey nedir, yokolmak, yokolma korkusu, dağılma korkusu… O dikişler dağılmaya başladığında bir sürü semptom ortaya çıkar ve o semptomları yorumlarsan, yani iyi kötü tutan dikişleri yorumla dağıtırsan tamamen dağıtırsın. Örneğin bir hasta var, yolda beni izliyorlar bana tecavüz edecekler diyor; sen ona bunu yorumlarsan, işte aslında senin homoseksüel arzuların var bunu karşıya yansıtıyor olabilir misin falan dersen örneğin o hasta dağılır; sen de zaten böyle yapıyorsun gibi şeyler demeye başlar. Psikotik hastaya yorum yapılmaz. Ama borderline yani henüz sınır durumundaki hastalarda öyle değil, onlara yorum yaparsan toparlarlar…”

“… Korku, bu yabani korkusu falan çocukluk çağından itibaren, aslında o bilinmeyen ‘gerçek’ aynı zamanda çok korkulan da bir şey. ‘Gerçek’te varoluş yoktur ve gerçekte bir ben yoktur. “Ben”i yitirmeyi göze alabiliyorsan gerçeğe gidersin ama gerçek yokoluştur aynı zamanda, korkutucu bir şeydir. Bu yüzden gerçekliği dikmek istersin, gerçekliğe sahip olmak istersin. O zaman işte ‘gerçeklik’le ‘gerçek’ arasında bir takım geçiş noktaları var, hani rüyalar falan gibi; aslında bir anlamda da semptomlar bunlar. Gulyabaniden korkarsın, o korkunu bir yere sembolize etmiş olursun ki o da sembolikle gerçeği birbiri arasına diker. Hapsedersin onu belki de kontrol edersin. Çocuklar tabii gerçeğe daha yakınlar, daha sembolik düzeyi tam kuramamış oluyorlar; bu yüzden de bu tür şeylere daha yatkınlar…”

“… Bireysel anlamda bir yanda tabularımız var, dokunamayız; bir yanda da öcülerimiz var yaklaşmayız. Hepsi ‘puante capiton’lar yani, dikilmişler oraya ve durmak zorundalar. Dolayısıyla tabular, öcüler ve hatta prensipler arasında pek de bir fark yok…”

“… ‘Gerçek’ arzulanan ama bir yandan da korkulan bir şeydir çünkü haz ve acı aynı anda yaşanır, aynı anda vardır gerçekte… Bunu işte bir yere dikiyorsun, bu diktiğim şey de ‘obje petua’, arzunun nesnesi, işte sigara, doktor olacağım, araba alacağım, bina yapacağım gibi peşinden koşulan şeyler. ‘Arzunun nesnesi’ en kaba anlamıyla ‘tam’ olmayı çağrıştıran bir şey; ben bunu alırsam tam olacağım, içimdeki boşluk kalkacak; almazsam eksik kalacağım… Bende olması gereken bir şey yani. Şimdi bunun yeri, eğer ‘jouissance’ın yeri boş kalırsa oraya bir semptom yerleşir, obsesif bir semptom örneğin, bunu yapmazsam öleceğim, yılanı görürsem öleceğim gibi. Aslında ‘jouissance’, gerçeği simgeleyen bir şey haline dönüşür, vazgeçilmeyen bir semptom haline. Herkesin de böyle bir semptomu vardır. Hayatında kötü bıraktığın bir şeyler vardır yani, orayı düzeltmezsin…”

“… Bir şeylerle barışık olunması gerekiyor, bir şeyleri kabullenmek gerekiyor. Aslında psikanaliz bir kabullenme süreci. Ben buyum diyebilmek… Ben buyum dediğin anda semptomunu da kabulleniyorsun, herşeyini kabulleniyorsun ve böylelikle aslında kanatların falan çıkmıyor, daha mutlu falan da olmuyorsun, sadece sen oluyorsun. ‘Neysem o’ oluyorum yani, ‘neysem o’ olmak için psikanaliz… Bunun sonucu  sadece psikanalizle ilgili değil; bir üretme içerisinde olmakla da ilgili, benim alanım bu olduğu için ben psikanaliz yapıyorum örneğin, ‘neysem o’ olabilmek için…”

Boğaçhan Dündaralp, Özlem Berber, Saitali Köknar.

_ medya içeriğini .pdf formatında görrmek için tıklayınız.

2004/05: konuşan mimar 1 / tartışma

Temmuz 18, 2011 § Yorum bırakın

“ M i m a r l ı ğ ı n  Ö c ü l e r i – 1 ” 

konuşanmimar yazı dizisine başlarken; neler yaptığımız, neler yapmak istediğimiz ya da neyin nasıl olması gerektiğinden önce yapamadıklarımızdan, elimizi kolumuzu bağlayanlardan, korkularımızdan, yüzleşmek istemediğimiz sorularımızdan başlayalım istedik konuşmaya. Belki dedik böylece kendimizi ve birbirimizi daha iyi anlamaya başlayabiliriz; şu “mimarlığımız” ya da “mimarlık ortamımız” denilen muğlak alanı anlamlandırmaya biraz daha yaklaşabiliriz. Bir parça itiraf, bir parça dertleşme, bir parça sorgulama…

Evet, konuşanmimar’da konuşmak için önerdiğimiz ilk konu başlığı, “ Mimarlığın Öcüleri ” 

Öcüler; öğretilen, korkulan, karşı karşıya gelmemek için istenmese bile her şey yapılan, dokunmaktan kaçınılan, insan ürünü düşünceler, önyargılar, yakıştırmalar, uydurmacalar… Mimarlığın öcüleri; hesaplaşmaktan kaçındığımız durumlar, girmekten korktuğumuz yollar, aklımızı bağlayan yargılamalar, yapılması “tu kaka”, yaklaşılması “cıss” olan şeyler, bir türlü yeniden kurulamayan ilişkiler…   n e l e r  ?

Boğaçhan Dündaralp, Özlem Berber, Saitali Köknar.

_ medya içeriğini ve tüm tartışmayı .pdf formatında görmek için tıklayınız.

 

 

2004/06: UIA 2005 Aydan Bulca Erim / söyleşi

Temmuz 18, 2011 § Yorum bırakın

UIA 2005 İstanbul, Türkiye mimarlık ortamının ne kadarını kapsayacak?

Boğaçhan Dündarlp: UIA İstanbul 2005’e nereden ve nasıl geldik?
Aydan Bulca Erim: Uluslararası Mimarlar Birliği (UIA)’nın dünya mimarlık kongreleri ve bunların hemen ardından toplanan genel kurulları üç yılda bir, yönetim dönemlerinin sonunda yapılıyor ve nerede yapılacaklarına ilişkin seçim altı yıl öncesindeki genel kurulda gerçekleştiriliyor.
İstanbul Kongresine uzanan sürecin başlangıcı oldukça gerilere gider. UIA’nın Türkiye kesimi olan Mimarlar Odası ilk kez 1978 yılında Meksika’da toplanan genel kurulda İstanbul’u 1984 kongresi için aday gösterdi, bu talebini uzun yıllar büyük bir inatla yineledi, 1999 yılına kadar en fazla ikincilikten öteye geçemedi. Bu ısrarlı tutumun ve “ipi gergin tutma” politikasının savunucusu Ahmet Sönmez’in bu uzun yolda oynadığı rol hatırlanmalı diye düşünüyorum. 1999 yılında Pekin’de yapılan seçimlere oldukça ciddi bir hazırlık ve tanıtımla gidildi. Bunun yanı sıra, Türkiye’nin Habitat II gibi büyük bir organizasyonu başarmış olmasının delegelerde yarattığı güven ve bu kez sadece iki rakiple yarışmanın avantajı en iyi şekilde kullanıldı ve yirmi yıllık bir istek sonunda gerçekleşti.
Öncelikle şunu belirtmek gerek, Türkiye’nin ve Mimarlar Odası’nın bu kongreye ilişkin ikili bir rolü var. Birincisi, ev sahibi ulusal kesim olarak tüm etkinlikleri, kongreyi ve genel kurulu UIA adına hazırlamak ve gerçekleştirmek. Yani, UIA’ya karşı, sözleşme ile bağıtlanmış bir “yüklenici” sorumluluğu… İkincisi ise diğer yüze yakın ülkenin mimarlık örgütleri gibi, “katılımcı üye kesim” rolü. Mimarlar Odası en başından beri bu iki role ilişkin politikalarını çok net belirledi. 2005 Kongresi’ne ilişkin hedef hiçbir zaman bir organizasyon başarısı kazanmak olarak konmadı ve bu kez, katılımcı kesim olarak çok daha parlak bir varlık gösterilmesi gereği baştan beri iyi kavrandı.

BD: Size göre UIA organizasyonlarının kentlerle olan ilişkileri nasıl ve yapıldıkları kentlerin mimarlık ortamlarına katkıları oluyor mu?
ABE: UIA kongrelerinin yapıldıkları kentlerle genelde fazla bir ilişkisi olmaz. Bu buluşmalar çok kez, kentin içinde veya biraz kenarındaki uygun bir toplantı ortamında, kayıtlı katılımcıların girebildiği alanlarda yapılan ve mimarların mimarlarla iletişim kurdukları etkinlikler. Bunun aksine en güzel örneği 1996 Barselona Kongresi’ydi – hedefi tüm kenti kongrenin parçası yapmaktı ve bunu da hemen hemen bütün sergi ve toplantıları kentin farklı mekanlarına yayarak gerçekleştirmeye çalışmışlardı.
Ben şu ana kadar dört UIA kongresi yaşadım, hiç birinde, birkaç kez yapılan mimar yürüyüşleri dışında, kentlilere dönük bir düzenlemeye rastlamadım ve bunun büyük bir eksiklik olduğuna inanıyorum. 2002 Berlin kongresinde UIA Çalışma Programları yürütücüleri olarak halka açık bir gün yapmak istedik ama bu fikri organizatörlere benimsetemedik. Umarım İstanbul’da bu alışılmış kalıbı kırar ve yeni bir gelenek başlatabiliriz.

BD: Bu farklılığı yaratacak olan nedir?
ABE: Bir UIA Kongresine ev sahipliği yapma hakkını kazandığınız zaman önünüzde altı yıllık bir süre ve maliyeti oldukça yüksek bir iş var demektir. Üstelik dünyadaki mimarlık meslek kuruluşlarının hemen hiçbirinde, doğal olarak, bu boyuttaki bir etkinliği düzenleme deneyimi yok. Seçimlere giren adayların çoğunluğu da ayrıntısına girilmemiş genel ve çok kez geçici bir tema önerisi ile ortaya çıkıyor. Bu durumda bu sürenin ilk bir iki yılı kendi içinizde bir öğrenme, fikir geliştirme ve kaynak ya da kaynak arama çabası ile geçiyor. Bizde de durum farklı değildi. Üşenmeyip bir döküm yapmıştım o sıralar. Yarı yol olan Berlin Kongresi’ne kadar geçen süre içinde, var olan, oluşturulan ya da oluşturulması düşünülen çeşitli kurullarda görevlendirmek istenilen ya da düzenlenen platform toplantılarına çağrılanların, kısacası ilk hazırlık sürecine çekilmek istenenlerin sayısı 140 kişi. Bu azımsanacak bir erişim çabası değildi.
Türkiye mimarlık ortamına şu ana kadar bir canlılık getirildi mi sorusuna evet diyen de çıkar hayır diyen de. UIA kongrelerinin dışa yansıyan hazırlıkları genellikle Kongre yapıldıktan sonra hız kazanır, sıradakini gölgelememek için. Berlin’den bu yana meslek topluluğunun ilgisini çeken üç durak olduğunu söyleyebiliriz: Logo yarışması, UIA’nın Kongre hedefli Yaşasın Kentler yarışması ve yeni açılan ve oldukça ilgi gösterilen Vadi Yarışması. İlgi ve canlılığı yıllar boyu üst bir noktada tutmak zordur ve aslında giderek artmasına değil belki de sünmesine neden olmak tehlikesi de vardır. Hele uğraştığınız konu televizyon aracılığı ile toplumu can evinden yakalayan pop star ve benzeri yarışmalar veya çeşitli “gözetleme” programları değilse! Düşünsenize 15-20 mimarı bir eve kapatmışsınız ve 24 saat kamera ile izliyorsunuz onlar da sürekli olarak mimarlık konularını, UIA’yı ve İstanbul Kongresini konuşuyor – böyle bir, “biri mimarları gözetliyor” programı ile belki bütün Türkiye’yi bilinçlendirmiş olurduk! şaka bir yana, başarabildiğimizden daha iyisi yapılabilirdi kuşkusuz ama bu yıl yoğun geçecek. Zaten en önemli şey İstanbul kentini, gelecek yıl bu kongrenin, kent ve mimarlık konularının farkında kılmak, kentin nabzını ele geçirmek. Kalıcı iz fiziksel de olabilir, örgütsel de.

BD: Organizasyon yapısı gereği bir topluluk. Topluluk, ortak kaygıları ne olursa olsun çoğunlukla düşünsel arka planını terk etme meyili gösteren bir ‘uzlaşım’ düzlemini kabullenme ile yüzyüze kalabilir. Bu da etkinliğin kendi varoluş gerekçelerini kaybettirebilir. Organizasyonun düşünsel arka planının sürekliliği bu anlamda nasıl sürdürülmeye çalışılıyor? Süreklilik adına mücadele edilen konular nerelerde düğümleniyor?
ABE: İstanbul 2005’in temel özelliği kent ve mimarlık odaklı özgür bir tartışma ve karşılıklı bilgilenme ortamı yaratmak olacak. Bu aslında riskli bir seçim. Kongrelerde genelde çizilen katı akademik katkı ve katılım koşullarını, yüzlerce katılım isteğinin bu katılık nedeniyle dışlanması modelinin rahatlığı ve güvencesini – bir o kadar da bıkılmışlığını – terk edince, kendinizi düşlediğiniz nitelikli pazar yerini, sosyete pazarına dönüştürmemekle de yükümlü kılıyorsunuz. En önemli mücadele alanı bu tuzağa düşmemek, öngörülen bütün o çeşitlilik içinde gene de bir zihinsel yol haritasının varlığını hissettirmek olacak.

BD: Suha Özkan yaptığımız söyleşide: “UIA 2005 İstanbul için hala tek yönlü, yani bizden (örgütleyicilerden) mimarlık kamuoyuna tek yönlü bir akış var. Bu daha ne kadar sürecek? Ne zaman mimarlık ortamı ve düşüncesinin sahibi otuz bini aşkın Türkiye mimarı olacak?” diyerek bir düşünsel katılım ortamının, bir girişimin, bir örgütlenmenin henüz oluşmadığını ve bu durumun kendisini epey kaygılandırdığını söylemişti. Bu ortak bir kaygı mı? Ve bunu aşmak için nasıl bir çaba söz konusu?
ABE: Suha’nın kaygısını paylaşanlardanım. Üniversitede ders vermeye başladığım ilk acemilik yıllarımda, öğrencilerden en çok duyduğum söz, “biz ağzımıza kaşıkla verilen bilgi istemiyoruz” idi. O inatçı ağızlar ve sorgulayan beyinler bugün artık mesleğin orta yaş kuşağı. Ne oldular? Neredeler?
Ortalıktaki yadsınamaz durgunluğu aşmak için Mimarlar Odası ilki Haziran ayında Konya’da yapılacak olan bir dizi ön kongre planladı. Geçen yıl oluşturulan Eşgüdüm Komitesi bu yönetim döneminde yeniden yapılandırıldı ve Türkiye katılımını zenginleştirmek için çaba harcayacak. Ben tanıtım yaptığımız toplantılarda geçen yıl bile “katılırsam bana ne faydası olacak ki?” sorusu ile karşılaştığımda, korkunç bir karamsarlığa düşüyorum. Kongreye az katılım olacak kaygısı değil bu – mesleğe ilişkin bir kaygı… ayağımıza kadar gelen böyle bir meslek etkinliğine kaygısız kalabilen mimarların varlığının yarattığı kaygı.

BD: Gerek organizasyon içindeki komitelerde yer alan kuşak düşünüldüğünde, gerekse de meslek odasının mimarlık ortamındaki kendi rolünü belirleme biçimi düşünüldüğünde ‘mimarlığa ait herşeyi düzenleme, meselelerin ve çözümlerin odağına mimarları yerleştirme” tavrının bir misyon olarak sürdüğü izlemini ediniyoruz. Modernist bir tavrın izlerinin sürüldüğü tema metni ile de desteklenen bu duruşun, mimarlık ortamındaki ilgisizliğin temel sebeplerinden biri olup olamayacağını Süha Özkan’a sorduğumuzda; “Keşke bu ilgisizliğin kaynağı düşünsel ve kuramsal nedenlerden kaynaklanmış olsaydı. Bu ilgisizlik mesleğimizin düşünsel alanının üzerine serpilmiş yoğun bir ölü toprağı sendromundan kaynaklanıyor.” demişti. Sizin bu konudaki görüşleriniz nasıl? ve Bu duruş ve bu ortam arasında etkileşimin nasıl doğacağını düşünüyorsunuz?
ABE:
Suha haklı ama ben sözünü ettiğiniz tavrın da, misyonun da alternatifleri düşünülmüş bilinçli bir seçim olmadığına inanıyorum. Uygulama galiba son dönemlerde terk edildi ama, bizler doğar doğmaz nüfus kağıdımıza otomatik olarak müslüman kaydı düşülürdü. Mimar olmaya kalktığınızda da aynı otomatik yaklaşımla “modern” akım mimarları önünüze konur ve çoğu otuzlu, kırklı ve ellili yıllarda, yani yarım asır önce formüle edilen fikirlerle – hareketin kendi içindeki tartışmalar ve yadsımalarla aklınızın karışmamasına da özen gösterilerek – donatılır ve mezuniyet sonrasında eğer üniversite eğitim kadrolarına girmişseniz bunları gelecek kuşaklara aktarırdınız. Bugün verilen eğitimin içeriğini açıkçası pek bilmiyorum – umarım yeni kuşaklara izleyecekleri yolu seçme hakkı tanınıyordur. Mimar yetiştirmenin ötesinde Türkiye’deki planlama alanına bakın kentlerin fiziksel ortamlarının oluşturulmasına ilişkin buyurucu yasal düzenlemelerimiz dünyanın en sadık CIAM ilkeleri izleyicisi hala! “Plan müellifi” diye bir sözcük hala var, ellili yılarda kurulan bu düzeni değiştirmek de bence olanaklı değil.
Günümüzün kentleri artık mimarları aştı. Boyutları ile artan karmaşıklığı ile ve de çözüm bekleyen çok yönlü sorunları ile aştı… Genel geçer, safkan bir mimarlık eğitimi ile kentlere ilişkin güncel söylemlere bugün etkin olarak katılamazsınız, başka donanımlar gerekli. Berlin’de tanık olduğumuz gibi, kendi başına belki “şahane” sayılan, marka olmuş mimarların yapılarını sadece bir araya getirdiğinizde ortaya belki iyi bir 1/1 mimarlık arşivi ama bir o kadar da kentsel kabus çıkabiliyorsa, tek tek “yeşil” binaların aritmetik toplamı da bugün dünyada hedeflenen sürdürülebilir kentleri çıkartamaz ortaya. Kongre bunları tartışmak için önemli bir fırsat.
Yeni donanımlara sahip değilseniz, kendinizi yenilememişseniz, o zaman bilinene alışılmışa sığınmak, ya da statükoyu devam ettirmek kaçınılmazdır ve bu durum sadece bize özgü de değil.
Tema, “modernist bir tavrın izlerini sürüyorsa” ve siz de buna karşıysanız, çözüm ilgisizlik mi olmalı yoksa 2005 Temmuz’unun er meydanına karşıt fikirlerle, alternatif etkinliklerle ve hatta alternatif bir kongre ile çıkmak mı?

BD: Kongre vadisinin fiziksel oluşumu ile ilgili ulusal bir yarışma açıldı. Bu, mimarların tasarım aracılığı ile bu etkinliğin bir parçasına dahil olma imkanlarından biri. Mimarların ürettikleri ile katılabileceği; katkı, paylaşım ve önerilerini sunabileceği başka ne gibi imkanlar var?
ABE: İmkanların sonu yok! Kongre yapılanmasının iki halkası olacak – biri kontrollu diğeri açık. Kontrollu halka kongre delegelerine sınırlı, diğeri de kente yayılmış etkinlikleri içerecek. Özellikle gelen yabancı katılımcılar doğal olarak vadiye sıkışıp kalmayacak, kente yayılacak ve İstanbul’un artlarını da eksilerini de görmek isteyecek. Dolayısı ile ilk halkada mekansal kısıtlar nedeniyle yer bulamayan her talep, kendini dış halkada sunma seçeneğine sahip. Bu seçenekler de yakında netleşecek ve duyurulacak.

_ medya içeriğini .pdf formatında görmek için tıklayınız.

 

2004/05: mimarın kendi yapısıyla hasaplaşmasına bir örnek / yapı okuması

Temmuz 18, 2011 § Yorum bırakın

FENERYOLU  SABİT PAZARI BAĞLAMINDA BİR YAPI OKUMASI

Yazı, 2000 yılında tasarımı ve uygulaması tamamlanmış bir yapının kendisi (bölge 3) ve  çevresi ile kurduğu ilişkinin, bugün mimarı tarafından yeniden okunmasını içermektedir.

Tasarlanmış olan üzerine…

 2000 yılında, Feneryolu sabit pazarının Bağdat Caddesi tarafındaki giriş bölgesini de içeren park ve çevre düzenlemesi uygulaması tamamlanmış ve yeni bir bağlam yaratmıştı.Tasarımı Nevzat Sayın tarafından yapılan bu düzenleme, eski yol aksını (divan yolu aksı) yeniden canlandırmak yerine, bugünün Bağdat Caddesinin hareketinin doğurduğu ilişkiler referans alınarak  tasarlanmıştı. Park düzenlemesi, sabit pazarın cadde ile ilişkisine yeni bir boyut katmıştı. Sabit pazar (bölge1) girişi önündeki meydan ve  çay bahçesi (bölge 2) ile de yapılı çevredeki yaşantıda bir dönüşüm yaratmıştı.
Birkaç ay sonra sabit pazarın arka giriş bölgesindeki eski tuvaletlerin (bölge3) yıkılarak yenilenmesi gündeme geldiğinde genç bir mimara ilk yapısını uygulama fırsatı doğmuştu.
Bölge 1 ve 2’nin yarattığı yeni bağlam, sabit  pazarın arka girişinde yer alacak bu yapıyı bir tuvalet yapısı olmasının dışında ele alınmasını zorunlu kılıyordu. Tasarım sorusu;  yapılacak yapının, değişen bağlamın bir parçası olarak onu nasıl tamamlaması gerektiği üzerine kuruluyordu.  Bu sebeple projeyi oluşturan yapısal öğeler, park düzenlemesi ve pazaryerinin belirleyici malzemelerinin klonlanarak projede yeniden birleştirilmesi yoluyla, çevre-mekan ilşkilerindeki örüntü dilinin sürekliliğinin bir parçası olarak ele alındılar.

Yaşanmış olan üzerinden…

Bir bağlamın parçası olma, onu tamamlama çabası, tasarım olarak kendisini proje aracılığı ile gerçekleştirmişti. Yapı, sabit pazarın 2. girişi olarak,  bölge1 ve 2 deki izleri fiziksel olarak taşıyarak o sürekliliğin bir parçası olma derdini yapısal olarak kurmuştu.
Bugün uygulamanın tamamlanmasının üzerinden 4 sene geçti. Yapının mimarı olarak  yapıya bugün tekrar baktığımda, tasarım kurgusunu var eden o ilişkilerin tümüyle koptuğunu görebiliyorum. Bu durumu gözlemlediğim ilk anda yaşadığım şok, sonrasında yerini bir sorgulama ve değerlendirmeye bıraktı. Yapının kamusallaştıktan sonra kendi aidiyetini yitirişi nasıl değerlendirilmeliydi?
Mimarın kendi yapısındaki değişiklikleri kendi nesnesine yapılan bir saldırı olarak algıladığı bir ortamda yaşayan bir mimar olarak, onu yok saymak, reddetmek yerine onun üzerine gitmenin, bana öğreteceklerinin peşinden koşmanın, bilme ve yapma alanımı genişleteceği  inancıyla bu durumu sorgulamaya çalıştım.
Bu durum öğrenilmiş tasarım pratiğinin güncel olan karşısında yetersizliğini mi gösteriyordu?
Yoksa tasarımın yapay kurgusu, yaşanan tarafından kabul görmemiş, ona dahil olamamış mıydı? Yapı, yeni ilişkiler ağının bir parçası olarak kendini kurarken mevcut ilişkiler ağını görmezden mi gelmişti? Tasarımın, bir kurgu yaratmak ve onu hayata geçirmekten öte bir şey olduğunun bir ispatı mıydı?  Biz mimarların fonksiyon dediği şey ile yaşantının dinamik ihtiyaçlarının karşılığının birbirinden çok farklı şeyler olduğunu mu bize anlatıyordu? Yoksa kamusal olanın dönüştürücü doğasını tasarımın bir parçası olarak ele almak gerektiğini mi?…
Sorular biribiri üzerinden arttırılabilmekte…
Bu sorgulamaların çıkarımları üzerinden iki durumun üzerinden tekrar geçmenin önemli olduğunu düşünüyorum.
Birincisi, kentin kamusal yüzünün kendi ilişkiler ağını dinamik olarak yenilemesi karşısında  tasarımdan anladığımız şeyin kavrayış alanını genişletmeye ve yeni kavrayış biçimleri oluşturmaya ihtiyaç olması durumu…
İkincisi, mimarın her an bozulabilir korkusuyla  yapısını sürekli denetlemesi ya da bozulmuş olanı reddetmesi  yerine;  yapının yaşayan ve değişen bir şey olduğunu kabul etmesi  ve buna direnmenin de faydasız olduğunun farkında olması durumu…
Ancak bu durumu bir teslimiyet olarak değil; tersine, bu  farkındalığın yapıyı ele alışa önemli katkılar yapacak bir bakış ve ihtiyaç olan o kavrayış alanını da genişletmenin araçlarından biri olarak görmek gerekmektedir.

 “Gerçek, kurgudan daha acayiptir. Çünkü kurgu olabilirlikleri gözetmek durumundadır; gerçeğin öyle bir zorunluluğu yoktur.”     MARK TWAIN

_ medya içeriğini .pdf formatında görmek için tıklayınız.

2004/05: UIA 2005 Süha Özkan / söyleşi

Temmuz 18, 2011 § Yorum bırakın

İstanbul “Mimarlıkların Pazaryeri” Olabilecek mi?

UIA 2005 İstanbul Kongre Başkanı Suha Özkan ile Söyleşi

Boğaçhan Dündarlp: UIA İstanbul 2005 için nasıl bir hazırlık yürütülüyor?
Suha Özkan: İstanbul 2005 için bu görevin alındığı 1999 yılından bu yana çalışmalar yürütülmekte. Berlin 2002 Kongresi’ne kadar geçen ilk üç yıl boyunca mimarlık ortamında düşünce üreten onlarca kişinin katıldığı Platform Toplantıları yapılmış ve 2005 İstanbul Kongresinin teması bu toplantılardan derlenen düşüncelerden çıkarılmıştır. Artık son aşamaya geldiğimiz için katılım için çağrılar yapılmış durumda. Bu ay içinde de bilimsel katkılar için çağrı yapılacak.

BD: Bu hazırlıklar mimarlık ortamında paylaşıma açılıyor mu?
SÖ: Elbette. Platform bu paylaşımın ilk aşamasıydı. Geçen yıldan başlayarak Mimarlar Odası İzmir Şubesi’nde ayrıca Bursa ve Antalya Mimarlar Odası Danışma Kurulları’nda sunuşlar yaptık. Açık olan web sayfamız ise her türlü katılım ve paylaşımın odak noktası durumundadır.

BD: Söylediklerinizden meslek odası ve web sayfası dışında herhangi bir paylaşım yok gibi görünüyor? Biraz belki paylaşım biçimi tartışılabilir. Paylaşım, haberdar edilmenin ötesinde nasıl bir duruma yönelik? Bu paylaşımlarla ne amaçlanıyor? 
SÖ: Haklısınız temel amaç konuyu öncelikle Türkiye mimarlarına sunmak oldu. Çünkü burada özellikle bizim mimarlarımızın bilgilenmesi ve katılımı önemliydi. Ama geçtiğimiz yıllarda Moskova, Sofya, Torino, Bari, Dhaka, Budapeşte, Berlin ve şimdi anımsamadığım bir çok ortamda çok uluslu mimarlık kuruluşlarına sunuşlar yaptık. Bundan sonrası “katkı” istemine ve biçimine yönelik başvuruların ve sunulmak istenen düşüncelerin derlenmesi ile ilgili. Yani gelecek tepkileri ve katılım önerilerini beklemek durumundayız. Kısacası biz olanak sağlarız katılım ise genç ya da değil dünya mimarlar topluluğunun elinde.

BD: Organizasyon gönüllü katılımla mı yoksa başka mekanizmalarla mı yürütülüyor?
SÖ: Organizasyon süreci içinde en değer verdiğimiz ve yüreklendirdiğimiz gönüllü katılım ve yardım. Ama doğal olarak bu kapsamdaki bir etkinlik için profesyonel ve ücretli bir kadro da var. Bu kadro gün geçtikçe büyümekte. İşin gerektirdiği uzmanlık dallarını kapsayarak çeşitlenip zenginleşmekte.

BD: Organizasyon genç mimarların katılımına ne kadar açık? Bunları soruyoruz çünkü mimarlık ortamı genelinde yeterince ilgi ile karşılanmadığını gözlemliyoruz.
SÖ: Katılım herkese açık. Yalnız mimarların değil yapı sektörünün, yerel yönetimlerin ve demokratik toplum kuruluşlarının da yoğun katılımlarını beklemekteyiz.
İlgiyi ancak, yapılacak katılımların niteliği ve etkinliği tanımlayabilir ama biz tüm dünyadan genç ve taze düşünceye ortam sağlamak eğilimindeyiz. Bu ortam için özellikle çabalayıp kaynak üretmek görevimiz. Kongre’ye katılacak çok genç mimarları ve mimarlık öğrencilerini İstanbul’daki yaz tatili nedeni ile boş olan öğrenci yurtlarında çok düşük ücretle belki de ücretsiz konaklatacağız.

BD: Dünyadan genç ve taze düşünceye ortam sağlamak için neler yapıyorsunuz? Ortam için nasıl kaynaklar üretiliyor?
SÖ: Kongre’nin yapısında sabahları herkesi ilgilendiren ünlü ya da ilginç görüşleri olan mimarların sunuşları var. Öğleden sonra ise daha küçük sayıları 30 ile 200 arasında değişen ilgi guruplarının çalışmaları. Şu anda onlarca elçilik ile temas halindeyiz. Sizin ve Türk mimarlık kamuoyunun bize ulusal ya da uluslararası ortamdan kimleri istediklerini bildirmesi gerekir. O kişileri getirmek için elimizden geleni yapacağımızdan kuşkunuz olmamalı. Ayrıca başka ne yapalım? Söyleyin. Bu kapsamda bir toplantı ancak katkı, paylaşım ve önerilerle olumlu bir yere gelip olgunlaşabilir.

BD:  Kongrede yer alacak katılımların nasıl olacağı konusunda bize bilgi verebilir misiniz ?
SÖ: Pazaryeri kavramından yola çıkarak, bu konuda çeşitlilik ve zenginlik yaratmak için uğraştık. İlginç bir bakış açısı, görüşü, sunuşu ya da düşüncesi olan hiçbir kişi ya da kuruluşu dışlamak istemiyoruz. Bilim Kurulu başvuruları, her sunuş biçimi, niteliği ve gerekli sunuş ortamları içinde değerlendirecek. Sonunda afiş, CD, DVD, sergi, gösteri, konferans, serbest kürsü, konferans, söyleşi odaları hepsi birlikte tüm zenginliği ile sunulacak.
Birçok yarışmanın sergileri gelecek. Ayrıca mimarlık eleştirisi, eğitimi ve tarihi konusunda ilgi guruplarına özel zaman ve alanlar tanınacak.
En önemlisi dünyanın en ünlü ve önemli mimarları da bu ortamda yer alacak. Gerçekte bu ortam hem izleyip öğrenmek hem de sunup etkilemek üzere kurulmuş bir ortam olacak.

BD: “Kentler: Mimarlıkların Pazaryeri” teması nasıl belirlendi; “pazaryeri” içeriği nasıl tanımlanıyor ve nasıl işleniyor?
SÖ: “Mimarlıkların Pazaryeri” bir tema olarak değil bir Kongre ya da toplantı yapısı olarak benimsendi. Bu yapıyı öneren geçen yıl yitirdiğimiz Profesör Raci Bademli’ydi ve Platform Toplantıları ortamında sunmuştu. Öneri Düzenleme Kurulu’nda da benimsenince Berlin’deki kongreye sunduk onlar da beğendiler. Tema olarak “Kentler” daha sonra bu ortam konu olarak girdi. Bu konu öncelikle UIA’nın 2002-2005 gündemine gönderme yapan ve onu destekleyen bir tutum.
Pazaryeri, çoğulcu toplumun, özgürlükçü ve çok renkli mozaiğin simgeleşmiş bir kentsel etkileşim ortamı. İçeriğini katkıcıların kendileri tanımlayacaklar. Bunun örgütlenmesi için on kişilik bir uluslararası Bilim Kurulu var. İşleyişi ise tıpkı bir sergi ya da Pazar ortamı gibi olacak. Bir şey söylemek, sunmak, tanıtmak, satmak isteyen ilgililer ve girişimciler bu Pazar da diledikleri büyüklükte yer kiralayıp sunuşlarını yapabilecekler.

BD: “Mimarlıkların Pazaryeri” temasının metafor olarak tanımlanması ile bu temanın kongre konu başlıkları içine “küresel pazarda mimarlık ve kentler”, “mimarlığın pazarları” gibi isimlerle girmesi, onu artık metafor olmaktan çıkartıp bir “konu” olma haline indirgemiyor mu? Yani metaforun zenginleştirici doğası, bir anda somut biçimlere dönüşerek etkisini kaybetmiyor mu ?
SÖ: Biz Bilim Kurulu’nda olabildiğince geniş, soyut ve kapsayıcı bir biçimde tanımladık ki her kesim ilgisini katkıları ile seslendirebilsin ve bu konuları somutlaştırarak içerik kazandırsın. Kısaca benim görüşüm somutlaşmanın etki yitirilmesi değil de yaşamsal, deneyimsel, uygulamalı saptamalar ve sunuşlarla içerik kazandırılması yönünde.
Kısacası, biz “Kentler” bağlamında ve “Pazaryeri” ortamında olabilecek en geniş kapsamlı düşünsel bir “alışveriş listesi” oluşturduk. Bunun içinden ilgisizlik nedeni ile bir çok konu düşeceği gibi, eminim, birçoğu da bizim ummadığımız, düşünmediğimiz kadar etkinlik kazanacak. Burada önemli olan katılmak ve önemsenen konuları güçlendirmek.

BD: Tema metninde vurguladığınız “mimarlığın küresel gündemini gözden geçirme” gibi net ve anlaşılır bir arayışı, taslak programda açıkladığınız konu yığınları içinde kaybetme endişesi taşımıyor musunuz?
SÖ: Olayın tüm yapılanması bir “Pazaryeri”; kapsanabilecek konuları en geniş biçimde anımsatmalar yaparak belirledik. Bundan sonrası katılımcılara kalmış durumda. Sahiplenilen konular ve katkı yoğunluğu kazanılacak ya da yitirilecek konuları belirme durumunda. Örneğin yoğun bir ilgi (belki de baskı) nedeni ile küçülen kentler konusunu içerdik. Bu olgu yalnız İngiltere’nin değişen sanayi ortamı ile (önceki) Doğu Almanya’nın Batı’ya göçü ile oluşan son on yıllık bir oluşum. Ben izledim; ilginç ve öğretici, ama çok önemli mi, bilmiyorum. Onu da tüm öteki konular gibi Kongre’deki katkılar belirleyecek.

BD: “Pazaryeri”nin İstanbul ile nasıl bir ilişkisi var? Bundan önceki UIA organizasyonlarının kentlerle olan ilişkileri İstanbul’da nasıl kurulacak?
SÖ: Pazaryeri dediğimiz “Grand Bazaar” ya da Kapalı Çarşı evrensel kent kültürüne İstanbul ve İsfahan’ın sundukları kentsel ortamlar. Biz bunu bir mal ya da meta pazarı olmanın ötesinde bir düşünce, sanat ve mimarlık pazarı olarak yeniden tanımladık.
Pazaryeri Kongre Vadisi’nde Taşkışla ile Açık Hava Tiyatrosu ve Kongre Salonu arasındaki üçgen içinde yer alacak. Ama sergileme eylemleri İstanbul’un olabilecek uygun tüm yol ve meydanlarına dağılacak.
Pazaryeri’nin fiziksel oluşumu için gerekli mimarlık ürünü çok yakında açıklanacak bir ulusal yarışma ile belirlenecek. Dolayısı ile bu ortamın oluşmasına her Türk mimarın katılma olanağı ve özgürlüğü var.
Dünyanın tüm kentleri bu kongreye çağrılı olacaklar. Kentlerin sorunlarını ve çözümlerini sunacakları bir “Kent Yöneticileri Forumu” da düzenlemek istiyoruz. Bunun ev sahipliğini İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin yapması bizi onurlandıracak. Bu ortama dünyadan nasıl bir katılım olur onu zaman gösterecek.

BD: Bundan önceki UIA organizasyonlarının yapıldığı kentlere ve kentlerin mimarlık ortamlarına nasıl bir katkısı oldu?
SÖ: Bu konudaki katkılar oldukça sınırlıydı. Yalnız Barselona’da kentin çeşitli alanları için çıkarılan yarışmalar nedeni ile doğrudan ilişki kurulmuştu. Bizde Bursa’daki Yapı Yaşam Kongresi’ni kentin değişik mekanlarına taşıyarak geçen yıl iyi bir deneme yapıp olumlu sonuçlar aldık. Berlin ise kente nerede ise küsmüştü. Toplantılar kent dışında gerçekleşti. İlgilenenler görmek istedikleri yapılar için kongreden ister istemez uzaklaşmışlardı.

BD: 2005 İstanbul’un Türkiye mimarlık ortamına nasıl katkılar yapması bekleniyor?
SÖ: 2005 yılında İstanbul’da mimarlığı Türkiye’nin gündemine sokup belki tüm yıl boyunca işlemeyi düşünüyoruz. Belki Türkiye tarihide ilk kez mimarlık mesleği böylesine bir biçimde önemsenecek ve her kesime tanıtılacak. Bu konuda meslek örgütü kararlı.

BD: 2002 Berlin Kongresi’nde sunulan tema metnini okuduğumuzda meselelerin ve çözümlerin odağına mimarları ve mimarlığı yerleştiren Modernist bir tavrın izlerini gözlemlemekteyiz. Böyle bir misyonunun günümüzde hala güncel olduğunu düşünüyor musunuz?
SÖ: Çağdaşlık ya da “Modernity” Türkiye’nin her anlamda gündemine girmiş ve yüzyıla yakın bir süre koruyup kolladığı bir değerler demeti. Siyasal gündemden sanatsal ortama değin her oluşumu etkilemekte. Ama UIA 2005 İstanbul’un çoğulcu yapısı herhangi bir ülküyü (ideology) ya da düşünsel tutumu dışlamıyor. Sonunda Kongre kendi kimliğini yapılacak katkılarla belirleyecek. Benim özlemim bu Kongre’nin Atina, Venedik, Vancouver gibi tarihe mal olacak bir manifesto ile sonuçlanması. Bu konuda şahsınızın katkıları öncül nitelikte. Bunu izleyip pekiştirecek bir düşünsel katılım ortamı, bir girişim, bir örgütlenme henüz oluşmuş değil.
Bu durum beni biraz değil “epey” kaygılandırmakta! Çünkü ben tüm mimarlık dergilerini okumakta Arkitera’yı sürekli izlemekteyim. Beş yıla yakın bir zaman geçti UIA 2005 İstanbul konusunda hala tek yönlü, yani bizden (örgütleyicilerden) mimarlık kamuoyuna tek yönlü bir akış var. Bu daha ne kadar sürecek? Ne zaman mimarlık ortamı ve düşüncesinin sahibi otuz bini aşkın Türkiye mimarı kongrelerini sahiplenecek? Bekliyoruz.

BD: Peki  bu Modernist tavrın ağırlığının ayrı bir “iktidar” alanı yaratarak, kendi meslek alanı içinde mesafe ile karşılanabileceği duygusu sizi endişelendirmiyor mu? Mimarlık ortamındaki büyük bir kesimin ilgisizliğinin temel sebebi bu olabilir mi?
SÖ: Keşke mimarlık ortamının ilgisizliğinin kaynağı düşünsel ve kuramsal nedenlerden kaynaklanmış olsaydı. O zaman o birikimi geliştirip yepyeni, taze, devinimli ve düşünce yüklü yeni bir ortamın gelişmesini izlerdik. Mimarlık ortamının ilgisizliği ne yazık ki en az elli yıl geriden giden bir tasarım anlayışının tüm yapı üretimini yönlendirmesinden ve mesleğimizin düşünsel alanında üzerine serpilmiş yoğun bir “ölü toprağı sendromu”ndan kaynaklanıyor.

_ medya içeriğini .pdf formatında görmek için tıklayınız.

 

2004/05: 9. umös / eleştiri

Temmuz 18, 2011 § Yorum bırakın

9. ulusal mimarlık sergisi ödül töreni…

Ulusal mimarlık sergilerinin ve ödül törenlerinin meraklı bir takipçisi olarak doğrusu bu seneki ödül töreninin  ruh halinin  özellikle son ikisi göz önünde bulundurulduğunda öncekilerden ayrıldığını düşünüyorum. Doğrusu bu ruh hali farkının ortak bir durum olup olmadığından da emin değilim. Katılımı bol, tören öncesi ve sonrası sergilenen projelerin konuşulduğu, tartışıldığı ortam deneyimlemiştim. Bu sene aynı deneyimi yaşayamamış olmanın getirdiği ruh hali olabilir belki de bu fark… Bu sene sergide konuşulanların projeler değil de organizasyonun kendisi olması bu ruh halini biraz daha tuhaflaştırdı. Her katılımda kendi kendime sorduğum bir soru var. “Mimarlar bu sergi aracılığı ile birbirleriyle neyi paylaşırlar / paylaşmalıdır?”

Sergi ve ödül töreni mekanlarının ayrılmasının da bu durumu pekiştirdiği kokteyl gündeminin;
“ …ödüllerin neden ‘oscar’laştırıldığı…İstanbullu starlarımızın neden gelmediği… ortamın (jüri-ödüller-tören katılımcıları) Ankara merkezli odağı… tören ‘oda’nın genel kurul toplantısı ile bilinçli çakıştırılmaması durumu (8.’si çakıştırılmış…), ödüllerin proje odaklı olmaktan çok kişi odaklı durduğu… ödül töreninin günü…vs, vs“
gibi konularla dolu oluşu, ne yazık ki  sorumun bu seneki cevabını bana veriyordu.

Boğaçhan Dündaralp

_ medya içeriğini .pdf formatında görmek için tıklayınız.

 

Where Am I?

You are currently browsing entries tagged with yeni mimar at boğaçhan dündaralp.