2010/04: prison break / mimarlıkta rekabet / görüş-tartışma

Temmuz 30, 2011 § Yorum bırakın

Prison Break*

İstanbul;  coğrafyası, topoğrafyası,büyüklüğü,yoğunluğu ve dinamik temposu ile  diğer Türk kentlerinin kentleşme temposundan ayrı bir profil çizmektedir. Kent, son yüzyılda modern kentlerin karşılaştığı tüm sorunlarla yüzleşmekle kalmayıp, kendine has  dinamiklerle de kendine özgü kentsel durumlar, karşılaşmalar üretmektedir. Kentin bütünsel olarak algılamayı ve ele almayı zorlaştıran bu doğası, sürekli kendi üzerine katlanan oluşumu var etmektedir.  Kentin bu  temposu  ile birlikte kent yöneticilerinin bu kenti küresel pazara açma ve pazarlama çabasına; bu çok aktörlü ve çok katmanlı kent tartışmalarına mimarlık alanından bakıldığında, özellikle son yıllarda ilginç açılımlar yaratmaya gebe potansiyeller barındırmaktadır.

Kentsel  organizmanın bu kontrolsüz devinimi içinde kavranılmaya çalışılan durumlar ve  durumlara ilişkin olaylar, çevresine ayna tutan ve deneyim üretecek gözlere ihtiyaç duymaktadır. Kişisel deneyimlerimiz içinde yer alan, İstanbul’da açılan son  5 yıldaki ulusal ve uluslararası  ‘yarışmalar’;  bir olaylar dizisi olarak kenti, kentin aktörlerini, mimarlık ortamını ve mimarların konumlanmalarını anlamak için incelendiğinde bir indikatör işlevi görebilir.

İstanbul bağlamına konuyu taşımadan önce yarışmaların Türkiye’deki seyrine bakmak  değerlendirme referanslarımız açısından önemli görünmektedir.

Türkiye’deki ‘mimarlık yarışmaları’;  nitelik ve nicelik (sayı, süreç ve sonuç ürün) çerçevesinde dünyada olup biten  projelendirme süreçlerindeki dönüşümlerden oldukça kopuk, farklı bir rota izlemektedir. İstatistiklere bakılırsa ; Türkiyede 2000 yılından bu yana  ortalama yılda 40.000 yapı yapılmaktadır. Bu sayının  4000’i kamu yapısı  ve bu 4000 yapınının 4 tanesi yarışma ile elde edilmeye çalışılmaktadır.  1930-2008 arasındaki istatistiklere bakılırsa; 78 yılda, yalnızca 16’sı uluslararası olmak üzere  710 yarışma açıldığı kayıt edilmiş görünmektedir.  Bu bilgiye göre yıllık açılan yarışma ortalaması: 9.1’dir.  Bir karşılaştırma yapılırsa;  2007 yılındaki  resmi olmayan verilere göre  Almanya’da  yılda 700 yarışma yapıldığı belirtilmektedir ki;  bu sayı neredeyse 78 yılda Türkiye’de açılan yarışma sayısına eşittir.

Türkiye bağlamında mimarlık ortamından bakıldığında; yukarıdaki istatistiki seyri  izleyen  mimarlık yarışmalarının,  zamanla içine kapanan,  ne mimarların ne de yarışmayı açanların sonuçlarından mutlu olduğu,  yapılı çevreye veya ortamın mimarlık bilgisine katkı üretemeyen ve sürekli kendi varlığını baltalayan bir mekanizma olarak algılandığı söylenebilir.

Bu sürece dair algı;  yarışmaların, yalnızca rakamlara yansıyan niceliksel bir sonuç olarak değil, tartışmaları ve sonuç ürünleri ile niteliksel olarak da kendi varoluş nedenini giderek geçersiz kıldığı bir ortam oluşturduğu yönünde gelişmektedir.

Şiddeti dönemsel değişkenlik gösteren bu durumun,  cumhuriyetin başından bu yana mimarlığın ve mimarın toplumsal hayattaki tariflenemeyen rolü ile ilgili bir süreklilik içerdiğini söyleyebiliriz. Bu süreklilikte  ‘yarışmalar ortamı’ mimarlığın varlık savaşı verdiği ortamlardan yalnızca biri olarak görülmelidir.  Mimar’ın bu ortamdaki sorunlu varlığı ne yazık ki ortamın mimarlık alanı ile ilişkisini de sorunlu hale getirmektedir.   Mimar’ın  bir aktör olarak kendi varlık alanını inşa etme sürecinin  bu ülkede belki de hiçbir zaman  kendi sağlam zeminlerini üretemediğini söyleyebiliriz.  ‘Pratik dünya’da yalnızca imza tamamlamak için aranan bir aktöre indirgenmiş bu rol;  yarışmalar alanı başta olmak üzere,  eğitimden başlayarak kendi çıkış yollarını yaratmada da oldukça sorunlu bir ortam oluşturmaktadır. Bu durum  da ne yazık ki mimarı kendi ortamından başlayarak diğer toplumsal katmanların mimarlık alanı ile ilişkisini sorunlu hale getirmektedir.  Bu sorunlu ilişkiye, mimarların durumlara duruş belirleyememe zafiyeti de eklenince, genel tablodaki bu temel problemler kolay analiz edilebilir ölçekleri aşmaktadır.

Bu tablo için bütünsel çözümler beklemeyen, ortamın gevşek zemininde hareket edebilme becerileri ve duruş geliştirmeye çalışan daha genç bir kuşağın temsilcisi gözüyle, son beş yıl içinde İstanbul’da ulusal ve uluslarası olarak açılmış bazı yarışmalardan seçkiler yaparak yazının çerçevesini açmaya çalışacağım.

Türkiye yarışmalar tarihindeki en önemli kırılmalardan birini başlatabilecek potansiyel olaylardan biri kuşkusuz 2005 yılında Türkiye’nin EUROPAN 8 organizasyonuna katılmasıydı. Europan ilk ortaya çıktığı 1980’den beri Avrupada ilgi çeken ve izlenen bir etkinlik ortamı. 2 yılda tekrarlanan bu yarışma ağının ilgi çekici yanı, Avrupa coğrafyasının somut ve yerel sorunlarını mimarlık ortamının gündemine taşıması. Europan’ın kalıcı bir merkezi, hiyerarşisinin  olmaması, ülkelerde her defasında  değişen ulusal komiteler kurulması, yerel yönetimlerle ve müdahale gücü olan kurumlarla işbirliği içinde, çeşitli kentlerin üzerinde çalışılmaya değer ve dönüşme potansiyeli taşıyan kritik noktalarını saptaması, saptanan alanları, yine değişken bir koordinasyon kurulu aracılığıyla Avrupa mimarlık kamuoyuna bir yarışma programı ile duyurması, 40 yaş altı mimar kesiminin 50 civarında şehrin, 100 civarında yeri ve konusuyla aynı anda karşı karşıya gelmesi ile mimarlarla şehirler ve sorunları arasında çok önemli bir iletişim modeli önermektedir.

Zeytinburnu’nda yüksek deprem riskinden ötürü kentsel ölçekte bir yenileme çalışması yapılması planlanlandığından, bu kapsamda  Sümer Mahallesi özelinde, EUROPAN 8’den hem yetersiz kentsel dokunun yenilenmesini hem de mevcut sosyal çevrenin dönüşümünü olumlu etkileyecek projeler oluşturulması bekleniyordu.  Bu iki açıdan çok önemli bir fırsat oluşturuyordu. İlki;  Türkiye’den katılacak  genç Türk mimarların kendi coğrafyasının üretim ilişkilerine sıkışmış dar alandan çıkması, farklı bir düzlemde kendini sınaması, yeni kavrayışlar ve deneyimler üretmesi. İkincisi; bir kentsel problemin ele alınışına dair mimarından yerel yönetime çok aktörlü uluslarası bir zemin oluşmasıydı. Fakat çok  önemli fırsat ne yazık ki katılımcılarının deneyimleriyle sınırlı kaldı. Böyle bir fırsatı ne mimarlık ortamı değerlendirdi ne de  yerel yönetimler  ve müdehale gücü olan kurumlar durumu ciddiye aldı. Yarışma sürecinin de suni teneffüs ile zorla yürütüldüğünü sonradan öğrendiğimiz bu organizasyon sonrasında da bir ilk ve son oldu… Artık Türkiye bu organizasyona katılamadığı gibi durumu katılımcı olarak deneyimleyen genç mimarlar da sonraki yıllarda bu yarışmalara katılımı EUROPAN organizasyonu tarafından kabul edilmedi.  2008 yılında başka bir gelişme yaşandı. Yarışma alanlarından biri olan Zeytinburnu Sümer Mahallesi’ni “dönüştürecek” projeler ilan edilmeye başlandı.  KİPTAŞ tarafından üretilmiş bu projeler, ‘Yer’e ait gerçeklikten uzak, sosyal ve kentsel içerikleri boşaltılmış ve klişelerle üretilmişlerdi. Sanki  EUROPAN deneyimi yaşanmamış, oraya ait tartışılacak pek çok konu gündeme getirilmemiş gibi… Mimarlık ortamı yine ektiğini biçmiş, kendi etkinlik alanının tartışmalarını, gündelik yaşam pratiklerine taşıma boyutunda  kendini meslek pratiğinin alanına sıkıştırıp kendini proje çizen adam pozisyonunda tutarak, kendi ortamının tıkanma odaklarını açacak, örnek oluşturacak bir fırsatı elinden kaçırmıştı.

Bir başka fırsat UIA 2005’in İstanbul’da yapılması ile yakalandı.  Mimar, kent ve kentlinin gündemiyle, kentin sokaklarıyla ve  gündelik yaşantı ile doğrudan karşılaşma fırsatı yakaladı. Sadece mimarlık kongresi aracılığı ile değil, kongrenin yapılacağı ve kente yayılacağı alana ait, hayata geçirilecek bir yarışma aracılığı ile de… Yarışma; meslek odası (mimarlar odası)  tarafından açılmış ve dünya mimarlarının ve kentlinin buluşmasına olanak verecek ‘pazaryeri’ fikrinin kurgulanabileceği öngörüsü ile, taleplere göre değişken, hazırlık süresince dinamik bir yapıya dönüşebilecek bir senaryo ve bu bağlamda çözümler üreten bir düzenleme elde etmeyi amaçlamıştı. Fakat yarışma sonucu elde edilen proje uygulama fırsatı bulamadığı gibi kendi mimarlık ortamında başka bir yara açtı. Meslek odası ile kendi üyeleri arasında oluşan bu yaranın, acemilik,deneyimsizlikle ya da organizasyonel beceriksizlikle oluştuğunu söylemek, temelde duran meseleleri gözardı etmek olacaktır.  Oda ve üyeleri arasında kavgalar, davalar kamuoyunda fazlası ile gündemde yer aldı. Daha sonra açılan ve mimarlar odasının boykot ettiği  ulusal yarışmalardaki tavrı ile kendi üyeleri  arasında gelişen ilişki kurma  şekilleri  bu yaranın sürekliliğindeki travmalar olarak yorumlanabilir. Bu deneyim bize, mimarlık ortamından  dışa doğru yükselen ve  kendi toplumsal rolü hakkındaki endişelerini dile getiren feryatların, ortamın kendi içindeki  sorunlu ilişki ve iletişimden başladığına çok iyi bir örnek oluşturmaktadır.

Mimarlık ortamı bu deneyimleri yaşarken İstanbul, politik ve ekonomik iktidarlarca küresel pazarda yer kazanma adına ortama düşen yeni projelerle gündeme geliyordu.  Kamu arazilerinin, özelleştirilmesi ve satışı konusunda kentte bir takım kararların uygulamaya geçirildiği bu dönemlerde; İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile Dubai Holding bünyesindeki Dubai International Properties arasında gayrimenkul yatırım ortaklığı kurulmasına ilişkin anlaşma, İstanbul’da imzalanıyordu. Bu anlaşma çerçevesinde İstanbul’un önemli ticaret aksı olarak gelişen bölgede,  İETT arazisi  olarak bilinen  alan üzerinde Dubai Towers olarak bilinen bir projenin  bu alanda yapılması kentin gündemine düşmüştü (2005). Sivil toplum örgütlerinin, meslek odalarının açtığı davalar,televizyonda kulelerin mimarisi,trafik yükü gibi tartışmaları ile konu uzun zaman kamuoyunu meşgul etmiş, bu alanda düşünülen yatırımı askıya almıştı.

Bu süreç;  politik ve ekonomik iktidarlar için ‘İstanbul’da göz önünde kamu arazilerinde hele  uluslarası yatırımlarla birşey yapmanın nasıl sonuçlar vereceği açısından çok öğretici olmuştur. Hem uluslararası yatırımcıyı korkutmamak  hem de ortamın çok aktörlü, yıpratıcı süreçlerinde yeni stratejiler üretmeleri için bir deney alanı oluşturmuştur. Aynı dersi meslek odasının kamu arazilerini takip edip, bir dizi dava açması dışında mimarlık ortamı nasıl çalışmıştır? Bu büyük bir soru işaretidir. Mimarlar ve ortamı hala meseleyi kendisine söz ve fırsat verilmesini bekleyen, kulubedeki oyuncu gibi beklemeyi sürdürmüştür ve sürdürmektedir.

Bu gündemleri takiben İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile ilişkisinin kavranamadığı, içinde kimi kaynaklara göre 500 mimar, mühendis ve akademisyenin görev yaptığı (resmi olarak  BİMTAŞ Boğaziçi İnşaat Müşavirlik A.Ş. bünyesinde görünen) İstanbul Metropoliten Planlama (İMP) kurumunun 2006 ve 2007’de açtığı, boykot edilen ve çok tartışılan biri ulusal ve diğeri uluslarası iki yarışmayı  İEET arazisi ile tartşmaları görünür olan bir stratejinin  parçası sayabiliriz.

Hangi yetki ve kanallarla işlerin aktarıldığı belli olmayan ancak İstanbul’a ait planlama kararlarının üretildiği bir merkez olan IMP; bazen bir belediye şirketi gibi, bazen de  özerk bir yapı  gibi davranarak, uzlaşılmış bir sessizlik içinde kendini meşrulaştırmış, varlığı sorgulanmaz bir ayrıcalıkla çalışmalarını sürdüren bir kurumdur.

2006’da IMP tarafından davetli uluslarası  yarışma şeklinde açılan Kartal – Küçükçekmece Kentsel Dönüşüm Projesi  yarışması, İstanbul’un küresel pazardaki konumu için bir başka stratejik adımdı. Türkiye’nin uluslararası yarışmalar tarihi içinde son 10 yılda açılan ve sonuçsuz kalan  Gelibolu ve İzmir kentsel tasarım yarışmalarının ardından  ülkenin uluslararası kredi notunu yükseltmek için de bir başka çaba olarak görülüyordu. Kartal Maltepe Kentsel Dönüşümü projesi için Zaha Hadid, Massimiliano Fuksas ve Kisho Kurokawa; Küçükçekmece Projesi için de  Kengo Kuma, Winny Maas ve Ken Yeang  davet edildi. Sonrasında Türk mimarların süreçte var olup daha sonra devre dışı kalmaları, aktörler ve süreç tartışmalarının, sonuçların ‘kent, mimarlık ve kentsel dinamikler çerçevesinde okunmasının önüne’ geçtiği  yoğun bir tartışma gündemi oluşturdu. Oysa tartışma gündemini yaratacak ortam, yarışmayı bir nevi iş alma süreçleri ve yarışma sürecindeki aktörlerin ilişkilerine indirgemek yerine tartışma gündemini  kentsel bağlamlar çerçevesinde  kentin gelişme dinamikleri içinden de üretebilseydi ‘İstanbul’ ölçeğinde daha önce tartışılmamış yeni bir deneyimi üretebilirdi. Bu deneyim üretimi ve tartışma biçimi, kentin farklı bağlamlarında yeni tartışmalara model üretebilir ve konunun yarışma kapsamında sıkışıp kalmasını önleyebilirdi. Belki de o zaman mimarlar kendilerine fırsat verilmeyi beklemek yerine kendi fırsatlarını başka bağlamlarda yaratabilecekleri bir zemine kendilerini  taşıyabilirlerdi. Bu yarışmayı sansasyon ve reklam olarak gören başka genç kuşakların aksine okumalarının deneyim hanemize katacak hala çok şeyi olacağını düşünüyorum. Konuyu her ne kadar küresel pazar içindeki kentsel stratejilerin bir parçası olarak okusak da;  yaşanan bu deneyimleri bir cevap hakkı olarak farklı biçimlerde ve bağlamlarda üretmenin bir aracı olarak kullanmak mümkün olabilirdi… Tıpkı yine IMP’nin 2007 ylında açtığı ve  mimarlar odası tarafından “kamu alanlarının oranını azaltarak, yapılaşma yoğunluğunu arttırdığı… “  gerekçesiyle boykot ettiği  ‘Maltepe  Bölge Parkı Fikir Projesi’  yarışması için de yapılabileceği gibi… Mimarlar odası, yarışmayı boykot etme ve hukuki yollara başvurma dışında o bölgenin yaşadığı duruma mimarlık ortamı içinden yanıtlar üretilebilecek uygun koşulların oluşturulması ve konu için alternatif çalışmaların üretibileceği bir zemine konuyu taşıyabilmeliydi.

Bu süreçlere ait tartışmaların giderek konuyu, kent kararlarını  yarışmalar yoluyla  meşrulaştırmaya çalışan politik ve ekonomik iktidarlarına karşı hukuki bir mücadeleye ya da bu süreçlerde rol alamadığı için hırçınlaşan mimarların konuyu süreç tartışmalarına indirgediğini gözlemledik.

İstanbul’un önemli kentsel noktalarından birinde yer alan Zincirlikuyu Karayolları Arazisi tıpkı İEET arazisi gibi kamu arazilerinin özelleştirimesi yoluyla satıldı. Bu sefer yabancı bir yatırımcı değil, yerli bir holding,  ‘Zorlu Grubu’ ihaleyi kazandı.  İEET arazisindeki durumdan dili yanan ve süreç içinde  ulusal ve uluslarası düzeyde yarışma süreçlerinden çok şey öğrenen  yerel yönetim,  politik ve ekonomik iktidarlar, ortamı velveleye vermeden, kamuoyunda büyük tartışmalara yol açmadan bir ulusal-uluslararası ortaklı bir yarışmayı sonuçlandırmanın bir yolunu buldular.  ZORLU CENTER Mimarlık ve Kentsel Tasarım Yarışması (2007) olarak açılan yarışmada ne değişmişti ? Medyada ve mimarlık ortamında neden öncekiler gibi gürültü patırtı çıkmamıştı ?  Oysa temelde hiçbirşey değişmemişti ve tartışma odakları aynıydı.  Konu yine kentin önemli noktalarından birinde yer alan bir kamu arazisinin özelleştirilmesi idi. Yarışma programının kamusallığı, kentle ilişkisi gibi pek çok konu öncekilerde olduğu gibi tartışma gündemi olabilecek iken olmamıştı. Çünkü; önceki süreçlerde daraltılan tartışma çerçevesine şöyle yanıt üretilmişti:  Özelleştirme sonrası yarışma yapıldığı için, meslek odaları ve uluslararası yarışma standartlarından çıkıp bir işi  ihale etme yöntemine dönüştürüldü. Sınırlı yarışma yerine herkese açık bir ihale yöntemi kullanıldı. Buna karşın katılımcılarda yüksek standartlarda koşullar arandı. Böylece katılımı zorlaştırıp  Türk mimarların büyük çoğunluğunu uluslararası ortaklığa iterek ‘iş verme mekanizması’ biraz  şeffaflaştırıldı.  Büyük rakamlara satıldığı için ve rant beklentileri içinde satın alan kurumun yapmayı düşündüğü yapının yoğunluğu ve programı bu gündemde sorgulanmadan meşrulaştı.  Sonrasında iki Türk mimarın projesi seçilerek birlikte bir konsorsiyum oluşturmaları istendi.  Ve tüm bu sureç kamuoyu haberdar edilerek ilerletildi. Böylece mimarlarımızın istedikleri gibi kulubeden çıkma istekleri yerine geldi mi bilmem ama bizler ne yazık ki mimarlık ortamının da katılımcı mimarların da bu koşullara teslim olduğu bir süreci  yeniden gözlemledik.  Bu noktada, sorumuzu, ‘ne değişmemişti?’ olarak tekrar yinelersek:  Elde edilen projelerin  kent, kentsel ve kamusal durumlar açısından pozisyonları, yoğunluğu, programları,  mimarın pozisyonel olarak kendi tarif ettiği kulubedeki çaresizliği vb.gibi konuların temelde  değişmediğini  rahatlıkla söyleyebiliriz.

Burada anlatılan örnekler üzerinden konuşursak;  neden bu temel durumlar üzerinden hiç konuşulmamış ve tartışılmamıştır?  Mimarlık ortamının ve mimarların terk ettiği bu alanları kim dolduracaktır? Bu süreçlerden neler öğrenilmiştir ? Mimarlığa ve kente bu kavga dövüşte yaşanan deneyimlerden  ne kalmaktadır ?  mimarlar ve mimarlık ortamı bu fırsatları nasıl değerlendirmişti r? Sonuçta görünen odur ki;  mimarlık üretimini bina üretimine indirgeyen, mimarı da proje çizen adam olarak gören ortam için pek birşey  değişmemiştir.  Oysa tüm bu süreçler bir fırsat olarak görülebilirdi. Türkiye’de  sorunlu olarak duran mimarlık; kendini iyileştirmek için hijyenik koşulları aramak yerine,  kendi kaderini belirleyecek otopsileri bu süreçte yapabilir, kendi dışındaki oluşumlarla ve aktörlerle beraber ortama kendi katkısını üretebilirdi.  Mimarlık bu ortamda başka nasıl bir döngüyle kendisini geliştirecektir ? sorusunu burada sormak gerekmektedir.

Mimarlar ve mimarlık ortamı; kendi etkinlik ve bilgi alanı içinden üreteceği görüş ve alternatif duruşları kendi araçları ile oluşturamadığı  ve diğer aktörlerle  iletişim kuracak iletişim zeminlerini araştırmadığı için de hayıflandığı o kulübede oturmaya hep devam edecek gibi görünmektedir.

Mimarlar, mimarlık bilgi alanının taradığı geniş kültürel alan içinden varlıklarını farklı şekillerde üretmek yerine, bu alanın belli yerlerine öbeklerenerek ve sıkışarak kendilerini  profesyonel alanın dünyasına kapatmakta ve  bütün çözümlerini buradan aramaktadırlar. Mimarlar, mimarlık bilgi alanında terk ettiği  bu alanların, kendi çevrelerinde, kendi elleriyle oluşturdukları  büyük duvarlar ve sınırlar haline dönüştüğünü fark etmemeleri ya da fark edenlerin çaresizce teslim olmaları, kabullenmeleri  de başka bir muammadır.  Kabullenme ve teslimiyet unutmayı, farkındalık eksikliğini ve kuşaklarası hafıza kaybını tetiklemekte,  her kuşak kendi özgürlüklerini değil, bu duvarların ağırlıklarını miras almaya zorlanmaktadır.

Öyle görülüyor ki; Türiye’de  mimarlar, kendini profesyonel üretim alanına sıkıştırıp, eğitimden üretime  tüm varlıklarını bu alanın içinden gerçekleştirmeye çalıştıkları sürece şikayet ettikleri sorunlu ilişkileri sürdürmeye devam edecek ve olagelen tekrar tekrar üretilmeye devam edecektir.

Boğaçhan Dündaralp /mimar, ddrlp

*her mimarın içine doğduğu  ataları tarafından inşa edilmiş mimarlık hapishanesinden kaçma fırsatları…

_ medya içeriği ve metin görsellerini .pdf formatında görmek için tıklayınız.

Creative Commons License
“Prison Break” metni is licensed under a Creative Commons Attribution-NoDerivs 3.0 Unported License.

Tagged: , , , , , ,

Yorum bırakın

What’s this?

You are currently reading 2010/04: prison break / mimarlıkta rekabet / görüş-tartışma at boğaçhan dündaralp.

meta